Süleyman Şah Türbesiyle ilgili gelişmelere sırf iktidar karşıtlığı, ya da taraftarlığı üzerinden bakıp değerlendirmek doğru değil... Kezâ, yazılarımıza bu dar çerçeveden bakılarak yorumlanması da bizi üzüyor. Çünkü, bu tarihî meselenin bugünkü siyasî iktidarla doğrudan bir bağlantısı yok. Şöyle ki:
* Süleyman Şahın vefat hadisesi, bundan sekiz asır kadar evvel yaşanmış.
* Hülâgû/Moğol fitnesi (1250...) döneminde mezar yeri harabeye çevrilmiş.
* 1884’de türbe yeniden inşa edilmiş.
1921’de Suriye’yi işgal altında tutan Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalanmış. Aynı antlaşma maddeleri 1923’te Lozan hükümlerine girmiş.
* Fırat Nehri üzerinde inşa edilen Tabka Barajı'nın altında kalacağı gerekçesiyle 1973’te Türbenin yeri değiştirilmiş.
* 1995’te, Fırat Nehri’nin daha üst kotlarında inşa edilen Teşrin Barajı sebebiyle bir kez daha nakl-i kubûr yapılmış.
* Son olarak, nakl-i mezarın Türkiye sınırına bitişik Eşme Köyüne yapılacağı, ancak, ileride buradan da başka yere taşınabileceği hususu ifade ediliyor.
* Türbenin yeri yaklaşık 40 kişilik bir karakolumuz tarafından korunuyordu. Suriye’nin içinde bulunduğu şimdiki şartlar sebebiyle, türbenin de, askerlerimizin de korunması fevkalâde zorlaşmış durumdaydı. Hükûmet, reel-politik şartlar ve özellikle can güvenliğini sağlamak gerekçesiyle inisiyatif kullanmış oldu.
* Türkiye’nin Suriye’deki on dönümlük toprağı, doğrudan Süleyman Şah Türbesiyle bağlantılıdır. Türbeyi naklettikten sonra, kalan toprağın bir kıymet-i harbiyesi kalmıyor. O noktada anlaşmak daha kolay hale geliyor.
* * *
Bütün bu hususlar orta yerde az-çok biliniyorken, kalkıp siyasî iktidarı topa tutmak doğru olmadığı gibi insaf ve hakkaniyetle de bağdaşmaz.
Dahası, bu noktada “hikmet-i hükûmet”i de tam olarak bilemiyoruz.
Nakl-i mezar yapmışken...
Bizim hükümete yönelik eleştirilerimiz şu noktalarda temerküz ediyor:
* Suriye politikası yanlış. Bu sebeple, beterin beteri bir hale giriftar olduk.
* Operasyonun takdim-sunum ve ilânı, alabildiğine büyütülüp abartılarak yapıldı. Sanki büyük bir zafer kazanılmış edâsıyla bu hadise dünyaya reklâm edildi. Buna hiç gerek yoktu.
* Bir takım gerekçelerle mezar naklini yapmışken, sembolik naaşın, Suriye sınırları içindeki herhangi bir yere değil, doğrudan Türkiye topraklarına nakledilerek uygun bir mezarlığa taşınması daha doğru olurdu. Böylelikle, hem Suriye ile aramızdaki yüz yıllık Fransız patentli ihtilâf sona ermiş olurdu, hem de mânevî değer taşıyan Türbenin, bugün olduğu gibi ileride de herhangi bir tehdit altında kalmaması hususu garantiye alınmış olurdu.
* Değişik kaynaklar tarafından yapılan açıklamalara göre, tasarlanan nakl-i kubur için ve özellikle operasyon esnasında IŞİD, YPG, PYD gibi örgütlerle temas kurulduğu, ya da işbirliği cihetine gidildiği yönünde ciddî iddialar var. Bu iddialarla ilgili olarak kamu vicdanını rahatlatacak açıklama henüz yapılmış değil. Siyasî irade söz konusu örgütleri muhatap almamış olabilir; ancak, MİT veya askerî cenahın yetkilileri devreye girmiş ise, bunun da açıklanmasından kaçınılmaması gerekir.
Nakl-i kubûrun çok misâli var
Nakl-i kubûr denilen mezar yerinin nakille değiştirilmesi, hiss-i zahiriye ters düşse de, tarihte çokça vuku bulmuştur. Bu konuda yakın tarihten gösterebileceğimiz bir kaç örnek şöyledir:
Cem Sultan: 1495'te İtalya'da vefat etti; cenazesi 1499'da Bursa’ya getirildi.
Mithat Paşa: 1884’te Taif’te boğduruldu. Cenazesi, 1951'de CB Celal Bayar'ın da katıldığı resmî bir törenle Şişli’deki Abide-i Hürriyet Tepesine defnedildi.
Talat Paşa: 1921’de Berlin’de vurularak öldürüldü. Cenazesi, yıllarca bir kilise mezarlığında kaldıktan sonra 1943’te İstanbul-Şişli’ye taşındı.
Enver Paşa: 1922’de Tacikistan’ta şehit düştü. Naaşı, 4 Ağustos 1996’da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de katıldığı bir törenle Abide-i Hürriyet’e nakledildi.
Said Halim Paşa: Ermeni komitacılar tarafından 1921'de Roma’da vurularak şehit edildi. Cenazesi, önce İstanbul Yeniköy'deki yalısına getirildi, ardından 30 Aralık 1921 günü Sultan II. Mahmut Türbesinin bahçesine nakledildi.
Prens Sabahaddin: 1948’de İsviçre’de vefat etti. Naaşı, Başbakan Menderes’in tavassutu ile 1952’de Türkiye'ye getirilerek Eyüp Kabristanında defnedildi.
* * *
Bunlar gibi daha başka örnekler de gösteriyor ki, nakl-i kubûr hem câizdir, hem de mümkün ve vakidir. Dolayısıyla, Süleyman Şahın sembolik naaşı da güvenli, uygun bir yere pekâlâ nakledilebilir. Bu yerin ise, âkıbeti meçhûl hudut harici bir mıntıkadan ziyade yurt topraklarında olması daha doğru ve daha selâmetlidir. Bu noktanın, yetkililer tarafından bir kez daha düşünülmesini tavsiye ederiz.
Vehhabilerin (IŞİD’in) tasallutu
Büyükçe bir türbe binası. Burayı korumakla görevli kırk kişilik silâhlı birlik. Onları korumak için de her an tayakkuzda olan (hatta savaşa hazır) koca bir ordu...
Böylesi bir tablo başka nerede var?
Evet, fevkalâde mühim bir başka nokta da şudur: Siz bir türbeyi, bir mezar yerini haddinden fazla büyütüp abartarak adeta tapınak haline getirirseniz, şeriatın ruhuna uymayan bu tutum ve davranış sebebiyle Cenâb-ı Hak da karşınıza muzır bazı manialar çıkartır ve bir kısım tahribatçıları size musallat eder. Bu meseleye dair, Mektubat’taki Vehhabiler bahsinde özetle şu ifadeler yer alıyor:
“Azîz kardeşlerim! "Haremeyn-i Şerifeynin Vehhâbilerin eline geçmesi ve onların, eâzım-ı İslâmın türbeleri hakkındaki tahripkârâne hürmetsizliği ne hikmete mebnîdir?" diye suâl ediyorsunuz.
Elcevap: (...) 4. NÜKTE: Esbap tahtında vücuda gelen hâdiseler, o esbâbın hâlis malı değil. Belki, asıl o hâdisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise, hikmet-i İlâhiye ile hükmeder. Ehl-i Sünnet, bir sû-i hareketiyle kadere fetvâ vermiş ki, Vehhâbileri Ehl-i Sünnete taslît etmiş. ...Kader-i İlâhî, üç sebebe binâen adâlet eder.
Birincisi:...Ziyaret-i kubûr ve makberistana hürmet-i şer’iye sû-i istimâl edildi; gayr-i meşrû hâdiseler zuhura geldi. Husûsan evliyâların makberlerine karşı hürmet ise, mânâ-yı harfî cihetiyle kalmadı, mânâ-yı ismî derecesine çıktı... İşte bu müfritâne hâl, kadere fetvâ verdi ki, o muharribi onlara musallat etsin. Fakat...
İkincisi: Şu asırda maddî fikir galebe çalmış. Esbâb-ı zâhiriye, hakîki telâkkî ediliyor. İnsanlar esbâba yapışıyor. Eğer esbâb-ı zâhiriye bir ayna hükmünden çıkıp nazar-ı dikkati kendisine celbetse, Tevhîd-i hakîkiye münâfi olur. Şu gafil maddî asırdaki insanlar, mütedeyyin de olsa, esbâba fazla sarılmalarına hikmet-i şer’iye müsaade etmiyor. İşte buna binâen, evliyânın ve eâzım-ı İslâmiyenin türbelerine birer mukaddes ziyâretgâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer’iyeye şu zamanda pek muvafık düşmediğinden, kader-i İlâhî onu tâdil etmek istedi ki, bunları musallat etti. (Age, s. 352)
***
@salihoglulatif: Büyük zatlara ait mezar yerlerinin meçhûl kalması onlara bir nâkise getirmediği gibi, türbelerinin büyütülüp abartılarak adeta tapınak haline dönüştürülmesi de İslâmın ruhuna uygun düşmüyor.