Hariçteki zındıklarla birlikte çalışan içimizdeki münafıklar, Risâle-i Nur, Bediüzzaman ve Talebelerine karşı her türlü yola başvurdular.
Her türlü şenaate tevessül ettiler; şeytanlıkta, adeta Şeytân-ı Lâin ile yarıştılar. Aleyhte kullanabilecekleri hemen her şeyi yaptılar, her yolu denediler. Özetle:
* Adliyeyi şaşırtıp hükümetleri iğfal ederek, bu mâsumları ezmeye, hatta yok etmeye çalıştılar.
* Hapis, sürgün, zindan ile onları yıldırmaktan ve sürekli baskı altında tutmaktan geri durmadılar.
* Yarım asır müddetle (1935-85) bu mümtaz insanları ve okudukları imanî eserleri, en az 2000 mahkemeden geçirerek, onları canlarından bezdirmek istediler.
* Yetmedi, tetikçi tutup bıçaklamaktan ve kurşunlamaktan tutun, Said Nursî’yi asgarî 19 defa türlü yollarla zehirlemek sûretiyle, canına kast edip vahşice öldürmeye yeltendiler.
* Vahşilikte Yamyamları dahi geride bırakan yöntemlerden sonuç alamayınca, bu kez dönüş şu tarz propagandalarla, talebelerini ondan soğutmaya çabaladılar: “Ey Türk gençleri! Ey damarlarında Türk kanı bulunan gençler! Said bir Kürdtür. Sakın ha, ona uymayın. Peşinden gitmeyin. Nice nice Türk büyükleri varken, bir Kürdün peşinden gitmek size yakışmaz.”
Son taktik: Din perdesi
Hariçteki zındıklar ile dahildeki münafıkların ortak yapımı “Dalâlet Cereyanı Konsorsiyumu”nun elli yıl boyunca uyguladığı hiçbir müdahale yöntemi bu İman Nurunu söndürmedi, hızını kesemedi, itibarını yok edemedi, hareket ve istikametinden döndürüp de önüne geçemedi.
Kudsî Nur hizmeti, her hâl ve şart altında istikametli mecrâsında ilerlemeye devam etti.
Ve, nihayet sıra geldi, SON TAKTİKin maharetle uygulanmasına...
Bu hususu da, yine Kurân’ın projeksiyonu ile Nur yolunu aydınlatan Üstad Bediüzzaman, mektuplarında ve eserlerinde bu tehlikeden de haber vererek, talebelerinin son derece tedbirli, itidâlli, ihtiyatlı ve müteyakkız davranmalarını tavsiye ediyor. Şimdi, o noktaya dikkat kesilelim.
1925’teki Şeyh Said Hadisesinden sonra başlayan sürgün hayatı ve 1935’te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesiyle devam eden “adlî ve asayiş” gerekçeli-bağlantılı araştırma, soruşturma, cezalandırma ve sâir korkutma, yıldırma, dâvâdan vazgeçirmeye matuf taktik ve operasyonların bir gün son bulacağını ifade buyuran Bediüzzaman Hazretleri, bir mektubunda bu noktaya dair aynen şunları ifade eder: “Risâle-i Nur a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez; daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar. Fakat...”
Nitekim, öyle oldu; yani, devam eden gelişmeler, aynen ifade buyurduğu gibi gerçekleşti. Şöyle ki: Bizim tesbitimize göre, 1935’te başlayan mahkeme, hapis, zindan ve işkenceli yıldırma politikaları 1985’lerde sona erdi.
(NOT: 1988’de temyiz edilen o son bir dâvâda, maznunlara ait yakılan, imha edilen kitapların tazmini ve fiyatlandırılması için DGM tarafından bizzat “Bilirkişi” olarak kabul edildim. MLS)
Ve, Hz. Üstad’ın “Bu kadar mı olur?” dedirten o “fakat”tan sonraki hakikatli ifadeleri...
Adliyeyi şaşırtıp mahkemeler yoluyla Risâleleri yasaklamakla istedikleri neticeyi elde edemeyeceklerini anlayan münafıkların, yine de Nur Hareketinin peşini bırakmayacaklarını, yani onunla mücadele etmekten vazgeçmeyeceklerini; lâkin, yeni bir taktik ile bu kez “din perdesi altında” hücûma geçeceklerini, hakikaten bir “vazifeli şahsiyet” olduğuna inandığım Bediüzzaman Hazretleri, aynen şunları ifade ediyor: “...Fakat cepheyi değiştirip din perdesi altında, bazı safdil hocaları veya bid’a taraftarı veya enaniyetli sofi meşreplileri bazı kurnazlıklarla Risâle-i Nur’a karşı—İstanbul’da ve Denizli civarında olduğu gibi—istimal etmek ve Risâle-i Nur’a ve şakirtlerine ayrı bir cephede tecavüz etmeye münafıklar çabalıyorlar.”
İşte, o münafıkane çaba, şimdilerde bütün sinsiliğiyle icrâ-i faaliyette. Zira, en yüksek ve avam için en güvenilir “din perdesi” olan Diyanet Dairesi ile İlâhiyat’taki bazı Hocalar, türlü teşvik veya kışkırtmalarla, Üstad Bediüzzaman’ın, Risâle-i Nur’un ve Nur Talebelerinin aleyhine sevk ediliyor.
Bediüzzaman, böylesi vahim bir durum karşısında, talebelerinin ne yapması gerektiğine dair ise, aynen şu tavsiyelerde bulunuyor: “Risâle-i Nur şakirtleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim ve imansa, dost olsunlar, ‘Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla kardeşiz’ deyip yatıştırsınlar.” (A. Musa: 236; Tarihçe, Emirdağ Hayatı: 427)
Evet, kızmak-köpürmek veya hakaretâmiz bilmisil mukabelelerde bulunmak yerine, nezihâne ve nâzikâne bir üslûpla ilmî izahlarda bulunmak ve mutlaka “yatıştırıcı” rol oynamak icap ediyor. Başka türlü hareket, daha çok perde gerisindeki zındıkları ve münafıkları memnun edip sevindirir.
Elhâsıl: Tehlikenin nereden ve ne şekilde geldiğini bilip ona göre tedbir almalı; bunu yaparken de, başka yanlışlara düşmemeye azamî derecede dikkat ve hassasiyet göstermeli.
@salihoglulatif: BSN: Muhbir-i Sâdık (asm) Mehdî'yi haber vermiştir. Kàdir-i Zülcelâl, Mehdî ile Âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve, vâdetmiştir; vâdini elbette yapacaktır. (29. Mektup)