Evet, Türkiye’de Kürd’ü Kürd’e ve dindarı dindara vurdurup kırdıracak hem dessas zalimler var, hem de etkili zındıka komiteleri mevcut.
Bu sebeple, “siyasî ve ideolojik Kürtlük” gibi, “siyasî ve ideolojik İslâmcılık” cereyanı da son derece riskli, tehlikeli gelişmelere teşnedir.
Yani, “siyasî Kürtlük” en çok Kürtlere zarar verdiği gibi, “siyasî ve İslâmcılık”tan da en büyük zararı dindar kişi ve gruplar görür; hatta görmektedir denilebilir.
Bir diğer nokta da şudur: “Siyasî Kürd”ün en büyük düşmanı diğer Kürtler iken, “siyasî İslâmcılar” da, zamanla kendileri için en büyük hasım ve muarız olarak, diğer dinî grup ve cemaatleri görmeye başlar... Aynen şimdilerde olduğu gibi.
Bu kısacık hatırlatmadan sonra, bir önceki bölümde kaldığımız yerden konuya devam edelim.
Eski talebesini kurtarıyor
1922 yılı sonlarında İstanbul’dan Ankara’ya giden Üstad Bediüzzaman, Meclis’teki mebuslara hitap ederken, bu vatanda ırkçılık ve bölücülük tehlikesinin mevcudiyetine ehemmiyetle temas ettikten sonra, ayrıca, bu tehlikenin nasıl bertaraf edileceğine dair, yaşadığı ve bizzat şahit olduğu bir vakıayı da aynen şu sözlerle nakleder: “Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde (Van, 1913-15), hamiyetli ve gayet zekî o talebem, ulûm-u dîniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: ‘Salih bir Türk, elbette fâsık kardeşimden ve babamdan, bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır...’ Aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünûn-u cedîde okumuş. Sonra, ben dört sene sonra esaretten gelince (1918) onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. Dedi: ‘Ben şimdi, rafizî bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.’ Ben de ‘Eyvâh!’ dedim. ‘Ne kadar bozulmuşsun...’ Bir hafta çalıştım, onu kurtardım; eski hakîkatli hamiyete çevirdim.” (Tarihçe-i Hayat: 129)
Bediüzzaman Hazretleri’nin bu talebesi, aynı zamanda İşarâtü`l-İ`câz`ın kâtibi ve ilk Tarihçe-i Hayat’ın (1920) müellifi de olan Müküs`lü (Bahçesaray) Hamza Efendidir.
Yıllarca kendisinden ders alan bir talebesinin “ırkçılık-milliyetçilik” illetine yakalanmış olmasına teessüf ederek “Eyvâh!” diyen Hz. Bediüzzaman, ona karşı yine de itici davranmaz; bir hafta uğraşarak onu eski hamiyetine döndürmeye çalışır ve bunda muvaffak olur.
Evet, onu eski hamiyetine çevirmede muvaffakiyet sağlanmış olmalı ki, aynı o eski talebesi 1927’de Barla’da telif edilen Haşir Risâlesi’nin İstanbul`da tab’edilmesi için büyük gayret gösterir.
Ne var ki, “siyasî Kürtlük” ve Kürt-Teâli Cemiyeti ile olan eski münasebeti sebebiyle “kara liste”ye alındığı için, yeni Türkiye`de kalamaz ve hudut haricine gitmeye mecbur olur.
Meşhûr edebiyatçı Ali Nihat Tarlan’ın ablasıyla da evli olan Müküs’lü Hamza Efendi, 1929`da Suriye`ye gider ve 1960`ta orada vefat eder.
Kısa kısa
Bu mesele hayli uzun, derin, geniş ve çetrefilli. Kısa cümlelerle, kısmen olsun toparlamaya çalışalım.
* * *
Kürtler, ecnebilere inanmamalı, güvenmemeli ve onlara sırtını dayamamalı. Onlar Kürtleri değil, kat’i sûrette kendi menfaatini düşünür. Menfaati bozulacaksa, seviyor, destekliyor göründüğü Kürtleri anında satar, yarı yolda ve yüzüstü bırakıverir. Yakın tarih şahittir.
* * *
Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de son derece sancılı durumda olan Kürtlerin bölge çapında huzur ve rahata ermesinin yolu, kesinlikle silâh, kan ve şiddet değildir. En kolay, en rahat ve en erzan yol güzergâhı, her halükârda yine hürriyet, adâlet ve demokrasiyi hem lokal bazda, hem de bölge çapında hakim kılmaya çalışmaktan geçer.
* * *
Türkiye’deki Müslüman Kürtler, yaklaşık bir asırdır “derin devlet”in tarassut ve tazyiki altında. Dil ve milliyetleri inkâr edildi. Buna karşı verdikleri mücadele “şiddet metodu”na kaydığında ise, onları yine birbirlerine öldürttüler: Tetikçiler, itirafçılar, milisler, korucular, Hizbullahçılar, vesair gruplarla, dün olduğu gibi bugün ve yarın da istediği sonucu alabilir. Yani “Türk-Kürt çatışması”na dahi hiç gerek kalmayacak şekilde, Kürtler, pekâlâ birbirine kırdırılabilir.
Demek ki, siyasî ayrılık çabası gibi, şiddet metoduna yönelen kapı da netice itibariyle kapalıdır. Teoride açık gibi görünse bile, pratikte daima kapalı olmuş ve olmaktadır. Bu kapılar zorlandığında, bazen taktik icabı aralansa da, arkasından daha kanlı, daha şedit bir süreç başlıyor.
* * *
Kürt ve İslâmcı siyasîler, ülkede hakimiyet kurmak ve galip gelmek için, en yakın gördüğü muhalifleri kırmaya, bertaraf etmeye kendini mecbur bilir.
Böyle bir vahşete teşebbüs ettiğinde ise, zaten sonuca giden yol belli olmuş demektir; kaybetmek, mukadder sayılır. Zira, uzağa gerek yok, pek yakınındaki düşmanları yeterince çoğalmış demektir.
Yaşanan sayısız derecedeki acı örneklerden ve bilhassa Risâle-i Nur’daki hakikatli düstûrlardan, herkesin gerekli dersi çıkarması duâ ve temennisiyle bitirelim.
@salihoglulatif:
Siyasî veya ideolojik Kürtlüğün en büyük düşmanı diğer Kürtler iken, İslâmcının düşmanı da diğer Müslümanlar oluyor, zamanla...