Teşhis doğru yapılmadığı taktirde, tedâvi de doğru ve isabetli olmaz.
Yanlış teşhisle yapılacak tedâvi, iyileştirme yerine, kişiyi ölüme daha çok yaklaştıracağı kuvvetle muhtemel.
İslâm dünyasının halihazırdaki perişaniyetinin birinci sebebi, işte bu teşhisteki hata ve dolayısıyla uygulanan yanlış tedâvi yöntemidir.
İslâm milletinin kalp hastalığı, zaaf-ı diyânettir. Kezâ, türlü dalâlet cereyanlarıyla kalblerin bozulması, akılların fesâda uğraması ve imânın zedelenmiş olmasıdır. (Bkz: Lem'âlar, s. 107)
İşte, bu fecî hastalık ve zaaflara karşılık başvurulan çare, şimdilerde ne yazık ki kànun yerine kuvvettir, şefkât yerine şiddettir, izâhâtla ıslâhat yerine siyaset topuzudur.
Oysa, bunlar bu zamanda kargaşayı gidermeye, sancıları dindirmeye, sarpa sarmış işleri düzeltmeye yetmiyor.
O halde ne yapmalı, ne gibi usûl ve esaslara müracaat etmeli ki, ifsad ateşi söndürülsün, ıslâh meşâlesi yakılsın; düğüm bağlamış meseleler vüzûh peydâ etsin? İşte, bu mühim meselenin en güvenilir izahı ve bu hayatî suâllerin muhtasar bir cevabı:
“...Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslâh olsun, imanlar kurtulsun.
“Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenâdır.
“Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslâh etmez. O vakit, küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder. ...Siyaset topuzu, ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor.” (Age, s. 107)
Mücahid(e)ler karşı karşıya geldi
Birçok İslâm ülkesi, sömürge rejiminden sonra (1950-60...) kanlı darbelere sahne oldu ve 30-40 yıl müddetle türlü diktatörlüklerle idare edildi.
Bu diktatörlere karşı kendi çapında mücadele eden mücahid ve mücahideler, maksatlarına tam vâsıl olduklarını zannediyorlardı ki, kendilerini bambaşka bir atmosferin içinde buldular.
Tam da “Çok şükür, kurtulduk” derken, maalesef, hem yeni yönetimlerle, hem de birbirleriyle karşı karşıya gelmiş oldular ve hâlen de aynı durumdalar. Halen, birbirinin canına okumakla, yek diğerinin kanını dökmekle netice alacaklarına, maksatlarına nail olacaklarına inanıyorlar. Zavallılar...
Esasen, günümüz itibariyle hemen hepsinin de müracaat ettiği yegâne metod, kuvvettir, şiddettir, siyaset topuzudur. Bu da, ittihad yerine ihtilâfı, muhabbet yerine adâveti, ıslâhat yerine ifsâdatı besleyip körüklüyor.
Oysa, ittifak ve ittihad, ancak ilim ile, hilim ile olur; böyle cehl’ile, böyle vahşet ile olmaz, olamaz.
* * *
Peki, dış dünyada vaziyet böyle iken, acaba İslâm ümmetinin bel bağladığı ve ümitle baktığı Türkiye’de durum nasıl?
Türkiye, her şeye ve her türlü aksiliğe rağmen, diğerlerine nisbeten yine de bir adım önde görünüyor.
Bunun birinci sebebi, İttihatçı ve Kemalist diktatörlüğe rağmen, yaklaşık yüz yıldır tam bir azim ve kararlılık içinde sürdürülmekte olan mânâ-yı hakikisiyle hürriyet, adâlet, meşrûtiyet, cumhuriyet mücadelesidir.
Üstad Bediüzzaman ve talebelerinin, ilim ve fikir meydanında zafer üstüne zafer kazanan hürriyet ve meşrûtiyet kahramanı olduklarını teslim etmek gerekiyor.
Şayet, onların bu meyandaki azimli, kararlı ve şuurlu hizmet ve faaliyetleri olmasaydı, Türkiye’nin durumu, halen şiddetli krizler ve sarsıntılar içinde kıvranıp duran Yemen’den, Libya’dan, Suriye’den, Irak’tan, Mısır’dan, Afganistan’dan beter olurdu.
Allah etmesin, eğer burası karışırsa, diğerlerinin belki de on misli daha büyük felâketler, fâcialar vuku bulur.
İftihar edilmesi ve bihakkın sahip çıkılması gereken bu meziyetleri hatırlattıktan sonra, şimdi madalyonun diğer yüzüne, yani elem ve ıztırap veren yüzüne de bakalım ki, kendimizi kandıracak bir iyimserlik vartasına düşmüş olmayalım.
Türkiye’de uzun yıllar başörtüsü serbestiyeti için çetin mücadeleler verildi. Arada pes edenler, bu işi gündeminden çıkaranlar da oldu; lâkin, ihlâslı ve gayretli çabalar da aralıksız şekilde devam edegeldi.
Allah şahit, bu meyandaki şanlı mücadele bizim gündemimizden hiç çıkmadı. Halen de çıkmış değil; çünkü, tam serbestlik henüz sağlanabilmiş değil.
Yine de, bilhassa son iki-üç yıldır kısmî bir serbestlik sağlanmış durumda. Yani, tam ve umumî mânâda bir başörtüsü serbestliğinden bahsetmek mümkün olmadığı gibi, gelinen noktanın hukukî teminatı dahi yoktur. Durum, kelimenin tam mânâsıyla muallakta ve adeta pamuk ipliğiyle bağlı vaziyette duruyor.
Bunun sebebi, bu meselede siyaset topuzuyla hareket edilmiş olmasıdır.
Siyaset topuzu, baskıyı nisbeten hafifletti. Ancak, baskı ve tehlike tümüyle ve uzun vadede ortadan kaldırılmış değil. Temenni edelim ki, baskı ve zulüm bir daha hortlamasın, hortlatılamasın.
* * *
Şuurlu bir mücadele ve ilme dayanan bir ıslâhat metoduyla gidilmediği, siyaset topuzuyla meselenin halli cihetine gidildiği için olacak, kısmî serbestliğin sağlandığı aynı zaman aralığında, bu kez bir başka sebeple başörtülüler ve başörtüsü için hürriyet mücadelesi verenler karşı karşıya geldiler.
Ne aciptir ki, aynı stilde örtünenler, aynı Kur’ân ve Siyer dersine iştirak edenler, birbirlerine karşı âdeta hasmâne bir tavır takınmış durumdalar. Üstelik, tam da bu meselelerde kısmî serbestliğin sağlandığı zaman diliminde.
Bu elim vaziyet gösteriyor ki, kalplerde ve zihinlerde galebe çalan silâh, ilmî izahla ıslâhat değil, siyaset topuzuyla elde edilen bir muzafferiyettir. Bu ise, kalpleri ıslâh etmez, ifsad eder; kâfirliği münafıklığa çevirir. Sayısı çoğalan münafıklar, başörtülüler gibi Kur’ân ve Siyer dersine iştirak edenleri, hatta hâlis Kur’ân şâkirdlerini dahi birbirine rahatlıkla düşürür ve ne yazık ki düşürüyor.
***
@salihoglulatif: Dinî serbestliğin nisbeten sağlandığı bir zaman diliminde dindarların karşı karşıya geliyor olması, din adına kullanılan silâhın Nur değil “siyaset topuzu” olduğunu gösterir. Çünkü, bu topuz kalpleri ıslâh etmediği gibi, münafıkların sayısını çoğaltır, onları dindarlara musallat ettirir.