Bugün yine farklı bir bakış açısıyla, gündemdeki pek mühim bir konuya değinmek istiyoruz.
Konu, genelde mülteciler, özelde ise Suriyeli sığınmacıların sosyal, medenî ve kültürel statüsü.
Asıl konuyu şöyle bir soru cümlesi ile biraz daha açmaya çalışalım: Mutlak çoğunluğu mâsum olup mazlûmiyet ve perişaniyet içinde yaşayan bu insanlar sığınmacı mı, mülteci mi, muhacir mi, misafir mi, ne?
Ya da SETA’nın (Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı) tâbiri ve tanımlamasıyla, bunlar “Geçici Korunaklı” statüsüne tabi tutulması gereken insanlar topluluğu mu?
Velhâsıl, hemen herkes, her kurum-kuruluş veya her grup-cemaat, kendine göre onlara bir isim takıyor ve tavrını, onlarla olan münasebetini de ona göre belirleyip tayin ediyor.
Bu durumda, meseleye İslâmî usûl ve esaslar çerçevesinde bakmaktan başka çare görünmüyor.
Olağan üstü paylaşımlar
Suriye’deki çatışmalardan kaçarak Türkiye’ye sığınanların yekûnu iki milyonu çoktan aştı. Üstelik, bundan sonrası için de durum meçhûl. Zaten, asıl konumuz da bu değil.
Dolayısıyla, burada şimdilik ele aldığımız asıl konunun anahtarları hükmünde olan “muhacir” ve “ensar” tabirlerin İslâmî literatürdeki yerine ve bilhassa Saadet Asrındaki karşılığına bakmaya çalışalım.
Mekke’deki müşriklerin dayanılmaz ambargo ve zalimâne baskılarına daha fazla dayanamayan Resûl-i Ekrem (asm) ve sahâbeler, bütün mal ve servetlerini yerinde bırakarak Medine’ye hicret ettiler.
500 kilometrelik kurak ve sıcak çöl şartlarında yapılan çileli bir yolculuktan sonra Medine’ye varan bu kutlu yolun yolcularına “Muhacirîn” ismi ve ünvanı verildi.
Onları şefkat ve muhabbetle karşılayan, iskân eden ve onlarla her şeylerini paylaşan Medine’li Müslümanlara ise “Ensar”denildi.
Kısaca: Muhacir “hicret eden”, Ensar ise “yardım eden” demektir.
Resûl-i Ekrem, İslâmî takvimin de başlangıcı olan Hicretten beş ay kadar sonra, Ensar ile Muhacirînden 45’er kişi olmak üzere 90 sahabiyi bir araya getirdi. Yapılan bu toplantıda, onları maddî-mânevî her konuda birbiriyle yardımlaşan ve her şeylerini paylaşan “din kardeşi” olarak ilân etti. Öyle ki, bu kardeşler, birbirine “vâris” dahi olabiliyorlardı. Hatta, Ensar ile Muhacirîn arasında yapılan paylaşımların çok daha ileri bazı noktaları vardır ki, bunları günümüz insanlarının havsalası almaz.
Netice itibariyle, Asr-ı Saadette yaşanan bu mâna ve mahiyetteki yardımlaşma ve paylaşmaların nihaî sınırda, yani zirve noktasındaki bazı hususlar o zamana mahsus kılınarak, daha sonrası için o hususlar uygulamadan kaldırılmıştır.
Bununla beraber—miras ve nikâh gibi olağan üstü haller müstesna—İslâm kardeşliğine dayalı muhacir ve ensar arasındaki o gönüllü yardımlaşma ruhu asırlar boyu yaşamaya ve hayattar kılınmaya devam etmiştir.
“Muhacirîn” değil, “Musafirîn”
Tepe noktasındaki idarecilerimiz olmak üzere, 14 asır evvel Medine’de yaşanan durumu misâl göstererek, Suriye’den hicret eden din kardeşlerimize karşı Türkiye’deki Müslümanların aynen “Ensar” gibi davranması gerektiğini savunuyor.
Oysa, bu iki hadise arasında bazı benzerlikler olmakla birlikte, durum tıpatıp aynı değildir. Kesinlikle değildir ve olamaz. Dolayısıyla, onlara karşı takınılacak tavır, yapılacak muamele de tıpkısının aynısı olamaz ve olmamalı.
Zira, Suriye’li sığınmacılar, muhacirden ziyade mültecidir, hatta misafirdir. Dolayısıyla da, mülteci ve misafir muamelesine tabi tutulmaları gerekiyor.
Bir kere “muhacirlik”te daimilik var, süreklilik var; kezâ, geriye dönmemeyi göze almak ve ona göre hayatını tanzim etmek var.
Mülteci ve misafirlikte ise, “geçicilik” esastır. Tehlike geçtikten sonra, geriye dönmek icap ediyor. Hesap-kitap ona göre yapılıyor.
Buna göre, Suriye’deki savaştan kaçıp gelen kardeşlerimiz, bizlerin misafiridir ve Türkiye’nin koruması altında hayatlarını idame ettirmeleri gerekiyor. Savaş hali sona erdikten ve ortalık sulha-sükûna erdikten sonra, vatanlarına avdet etmeleri icap ediyor.
İşte, bu durumda olanlar, İslâm literatüründeki o klasik “muhacirîn” kategorisine girmiyor.
* * *
Bu önemli hususu, Suriye’den gelen sığınmacılara da sorduk. Az buçuk dinî bilgilere sahip olanlardan şu cevabı aldık: “Siz ensar ruhuyla bize yardım ediyorsunuz. Allah razı olsun. Fakat, biz Muhacirîn değil, Musafirîn durumdayız. Çünkü, geçici bir tehlikeden kaçarak geldik ve ilk fırsatta da malımızın-mülkümüzün olduğu yere dönmeyi düşünüyoruz.”
(Devamı var)
@salihoglulatif: Dindar hanımların da dahil olduğu Ehl-i Sünnet’ten olan mü’minlerin, günümüzdeki kadar birbirine kin-garaz bağladığı, düşmanca davrandığı bir başka dönemi İslâm tarihi göstermiyor.
* * *
Suriye’deki Müslümanlar birbirinin kanını döküyor. Türkiye’dekiler ise, yek-diğerinin canına okuyor... Adı batsın bu fitneyi beyne’l-İslâma sokan kaltabanın!
* * *
Leyla ZANA, yemin metnindeki "Türk milleti" tabiri yerine "İlke ve İnkılâplara bağlı kalacağıma" ifadesine karşı reaksiyonunu izhâr etseydi, aslında daha tutarlı ve çok daha etkili olurdu.