Müslümanların hem muhacire, hem de misafire karşı bazı mesuliyetleri, mükellefiyetleri var.
Ancak, bunları birbirine karıştırmamalı. Aksi takdirde, bir kavram kargaşası yaşanır ve işin içinden çıkılmaz bir hale gelinir.
Tıpkı, şimdilerde olduğu gibi...
* * *
Suriye’de yaşanan belâ ve musîbetlerden kaçarak Türkiye’ye gelen iki milyonun üzerindeki sığınmacıların durumu hayli çeşitlilik arz ediyor.
* Bir kısmı, muhtelif yerlerde kurulan kamplarda yaşıyor. Bunların hemen tamamı, doğup büyüdüğü topraklara geri döneceği günü bekliyor.
* Bir kısmı, aynen TC vatandaşı gibi, ülkemizin her tarafında dağınık şekilde yaşıyor. Bunların önemli bir kesimi, kendine ya işyeri açmış, ya da bir işe girmiş çalışıyor. (Nitekim, bunlarla yerli kimseler arasında yer yer sürtünmeler, çatışmalar da yaşanıyor.) Geri kalan kısım ise, onlar da kendi içinde ikiye ayrılıyor: Kimileri sefalet içinde yaşıyor; kimileri de, büyük mal ve servet sahibi olduğu için zengin hayatı yaşamaya devam ediyor.
* Sığınmacıların bir başka kısmı, gönlü gibi gözü-kulağı da Avrupa ülkelerinde. Bunların ölümü göze alarak denize açılanları gibi, hava, ya da kara yoluyla gitmek için fırsat kollayanları da var.
* Türkiye üzerinden, ya da başka bir güzergâhtan ABD veya Avrupa ülkelerine gidenlerin çoğu, niyet ve arzusu itibariyle bir daha Suriye’ye dönmemek üzere gidiyor görünüyor. Ne var ki, bu devletlerin niyeti ve düşüncesi sığınmacılarla aynı çizgide değil. Onlar, bir taraftan mülteci alırız-alıyoruz derken, bir taraftan da ülkelerindeki sığınmacıları geri göndermenin yolunu bulmaya çalışıyor.
İşte, böylesine çeşitlilik arz eden sığınmacıların bize bakan yüzünü iyi görmeli, hadiseyi doğru bir tahlile tabi tutmalı ve neticede, bu durum karşısında—özellikle dînen—ne gibi mesuliyet ve mükellefiyetlerimizin olduğunu net ve sarih bir şekilde idrak etmeye çalışmalıyız.
Bu hususta, şimdiye kadar doğru şekilde ve yeterli ölçüde bir izahâtın yapıldığını sanmıyoruz. Meselâ, başlıkta ve bu yazının ilk bölümünde de nazara verdiğimiz gibi: “Bu insanlar muhacir mi, yoksa misafir mi? Yoksa başka bir şey mi?”
Hükûmet, ya da Diyanet cenahından, bu ve benzeri suâllerin net bir cevabına şimdiye kadar rastlayabilmiş değiliz. Dahası, şimdiye kadar söylenenler tatmin edici bulunmadığı için, ne gelenler rahata kavuşabildi, ne de bu ülkenin vatandaşları rahata, huzura erdi.
Oysa, kıyas için zikredilen Medine’deki “Ensar-Muhacirîn”in durumu asla böyle değildir. Her iki taraf da bir arada ve tam bir barış güven, huzur ve sükûn içinde hayatlarını idame ettirdiler. Ayrıca, günümüz şartlarıyla Mekke’den hicret etmeyi zorlayan ve Medine’de yaşanmak mecburiyetinde kalınan şartlar arasında çok büyük farklar var ki, bir kısmı kıyas dahi edilemez.
O halde, şimdiki durumun, dinî usûl ve esaslar çerçevesinde yeniden ele alınması ve ona göre müşterek bir fikir ve kanaate varılması gerekiyor. Aksi halde, hasıl olan dinî ve zihnî kargaşanın önüne geçilemez.
KISA KISA
Hicrete dair muhtelif notlar
Resûl-i Ekrem (asm), Medine’ye hicret ettikten sonra, doğduğu topraklara dönmedi; yani Mekke’ye gelip orada ikamet etmeyi düşünmedi. Mekke’yi sadece hac fârizası ve sılâ-i rahim için gelip ziyaret etti. Dolayısıyla, Mekke’de doğdu; ama, Medine’de vefat etti. Mezar-ı Şerifleri de orada.
* * *
Resûl-i Ekrem’in (asm) sünnet-i seniyyesine ittiba eden Bediüzzaman Hazretleri de mecburî hicretler yaşadı. Doğup büyüdüğü topraklardan alınarak Garbî Anadolu’ya nefyedildi. Bir yerde rahat bırakılmayarak, diyâr diyâr sürgün edildi.
Her gittiği yer, onun öz vatanı oldu. Geriye dönmek için de şartları hiç zorlamadı. Sevk-i İlâhîye tabi olarak, hayatını ve hizmetini idame ettirdi.
Ona en çok Muhacir Hafız Ahmed’in hizmet ettiği Barla hayatı dönemi için 8. Lem’ada “esaret” tâbirini kullanır: “Esaretimin sekizinci senesi...”
Velhasıl, hicrette ve gurbette “esaret”i bile yaşadığı halde, yine de memleketine dönmedi veya dönmek için şartları zorlamadı.
* * *
Hicret hizmettir, hikmettir, irşattır... İslâm medeniyeti, hicretten sonra Medine’de parladı.
Üstad Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur ile tebliğ tarzındaki ilmî, fikrî, irşadî hizmeti de, yine hicret ettiği beldelerde neşv û nemâ ederek hayat buldu.
Söz konusu sığınmacıların hayatında ve hizmetinde ise, bu mânâda bir hal veya tavır görünmüyor. Dahası, kendileri bizden ziyade ilme, irfana, irşada, hatta teselliye muhtaç durumdalar.
* * *
Avrupa ülkelerine giden Suriyeli Müslümanların, kendileri mülteci, muhacir, sığınmacı, vesâir olabilir. Ancak, Avrupa coğrafyasındaki ülkelerin sahipleri ile yerleşik halkları İslâm literatüründeki “Ensar” değildir ve olamazlar. Çünkü, ekseriyetle zaten mü’min ve Müslüman değiller.
Bir diğer nokta: Avrupa devletleri, sömürgecilik, kapitalizm, ahlâksızlık ve sair konularda pek âlâ tenkit edilebilir. Savaştan kaçarak başka ülkelere sığınma meselesinde ise, farklı bir durum söz konusu: Avrupa’daki halk kitleleri, beş yıl süren ve on milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet veren 2. Dünya Savaşı esnasında kaçmadılar, başka tarafa gruplar halinde göç etmediler. Oldukları yerde kalıp öldüler... Belki gururdan, yahut başka sebeplerden. Ama, vakıa bu. Sadece Yahudilerin bır kısmı kaçtı. Ama, onlar da gidip Filistin topraklarını işgal etti. O kadar.
* * *
Son olarak, SETA’nın (Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı) açıklamasına yer verelim. SETA, sığınmacıların hiçbir ülkede henüz resmî olarak “muhacir” veya “mülteci” statüsünde kabul edilmediğini; şimdilik onlara sadece “Geçici koruma belgesi”nin verilebildiğini; bunun da “Geçici Korunaklı” anlamına geldiğini açıkladı.
* * *
@salihoglulatif: Yaşanan her hadisenin iki ciheti var: Zâhir-bâtın, sebep-kader, zulüm-adâlet gibi... Zahirdeki zulme karşı gelmeli; kaderin adâletine teslim olmalı.