Tıp literatürüne giren yeni bir hastalık var: İnternet bağımlılığı.
Tıp dünyası, bunun “tedâviye muhtaç yaygın bir hastalık” olduğunu resmen kabul etti.
Dünyanın muhtelif merkezlerinde, bu hastalığın tedavisi için klinikler açıldı. Ne var ki, bu internet bağımlılığı, yaygın olduğu kadar, tedâvisi de çok zor bir hastalık.
İşi en çok zorlaştıran faktörlerin başında ise, bağımlı hale gelenlerin, bunu bir hastalık olduğunu kabul etmemesi geliyor.
Hasta, hastalığını kabul etmezse, tıbbın ve hekimin de yapacağı fazla bir şey yok demektir.
Bununla birlikte, yine de uzmanların şu tesbitini bilmekte fayda var: Bilhassa ergenlik çağında daha fazla görülen internet bağımlılığı; sosyal izolasyon, toplumdan uzaklaşma, depresyon, anksiyete (davranış bozuklukları), obezite gibi birçok problemi de beraberinde getiriyor.
Bizim gözlem ve tesbitimiz ise, bu hastalığın, tâbiri câiz ise, kişiyi “sanal yatalak” haline getirdiği yönünde: Bulunduğu ortamda iş yapmak ve yardımcı olmak yerine, “yardıma muhtaç” duruma düşmek gibi, elîm bir vaziyet...
Şikâyetler, katar katar
Şu internet bağımlılığı konusunda, aile büyüklerinden, bilhassa ebeveynlerden çok sayıda şikâyet alıyoruz, görüyoruz, duyuyoruz...
Bu sanal âleme dalıp dalıp sonunda bağımlı hale gelenler, meselâ, zarurî ev işlerini yapmıyor, yapanlara da yardımcı olmuyor.
Aynı şekilde, derslerini aksatıyor, gitgide tembel ve başarısız bir çocuğa bir öğrenciye dönüşüyor.
Öyle ki, ibadet hassasiyeti dahi zamanla körelmeye, hatta sıkıştığı halde abdeste çıkmaya üşenir hale gelmeye başlıyor.
Böylelerinin, aslında evin içinde bir nevi “sanal yatalak” haline geldiğini fark etmeyen veya bunu bir türlü kabullenmeyen büyükleri adeta çileden çıkartıyor.
Böylelikle, insanın, bilhassa Müslümanın “dünya cenneti” olan aile hayatı, gitgide çekilmez, dayanılmaz bir cehenneme dönüşmeye yüz tutuyor.
Doğrusu, bu muazzam teknolojik nimetten kopmanın, büsbütün ondan uzak durmanın hiç de mümkün olmadığı bir çağda yaşıyoruz. Yapılacak olan ve yapılması gereken şey, kişinin kendisiyle mücadele ederek, iş-meslek meşgalesi gibi zaruri haller dışında, internette kalma süresini olabildiğince kısa tutmak, tabiri câizse “yularını kaptırmamak”tır.
Aksi halde, başta “hasta kişi” olmak üzere, aynı çatı altında yaşayan herkesin çekeceği var demektir.
Hayli yaygın, bulaşıcı ve yakalananları “sanal yatalak” vaziyete düşünen bu illetten kurtulmak için, Allah hepimizin yardımcısı olsun.
GÜNÜN TARİHİ 1 Kasım 1918
İngilizler’in Musul’u işgali
Birinci Dünya Savaşının nihayetine kadar da Osmanlı hakimiyeti altında bulunan Musul, tıpkı savaş sonrası işgale uğrayan İzmir, İstanbul, Adana, Urfa, Maraş... gibi Misâk-ı Millî sınırları içinde olan bir vilâyetimiz idi.
İşte, ismi geçen diğer Anadolu şehirleri nasıl haksız-hukuksuz şekilde işgal edildiyse, Musul da aynı âkıbete uğradı. Ne var ki, Millî Mücadele sürecinde kurtarılamayan yer, maalesef Musul vilâyeti oldu.
Daha da acı olanı ise, Musul'un Lozan’daki “Barış Masası”nda büsbütün kaybedilmesiydi.
Zira, sınırlar itibariyle Lozan'da esas alınan tarih, Mondros Mütarekesinin imzalanmış olduğu 30 Ekim 1918 tarihiydi: Bu tarihte, Musul'da Osmanlı ordusu vardı ve hakimiyet de onların elindeydi.
İngiliz hükümeti, buna rağmen Musul'un derhal işgal edilmesini istedi. Bu maksatla hareke geçen Irak'taki İngiliz İşgal Ordusu Komutanı General Marshall, emrindeki kıtalara "Musul'u işgal edin!" emrini verdi. (1 Kasım 1918)
Bu, bir emr-i vaki (defacto) idi. Ateşkes Antlaşmasını hiçe sayan bir zorbalıktı.
Osmanlı hükümeti ise, yenilgiyi kabul ettiği için, ordularının savaşması veya işgale karşılık vermesi yönünde bir irade sergileyemedi.
Ancak, bu aleni haksızlığın hiç olmazsa Lozan Konferansı esnasında giderilmesi mümkündü. Maalesef, bu da yapılmadı, yapılması için ciddi gayret gösterilmedi. Musul, adeta İngilizlere peşkeş edildi.
Musul'un işgaliyle iyice şımaran İngilizler, hemen ardından İstanbul'un işgalini planlamaya koyuldu.