Devlet ve toplum hayatının şekillenmesinde, yönlendirilmesinde ve idame ettirilmesinde şahıslara mı, yoksa prensiplere mi daha çok itibar edilmeli?
Şüphesiz, yerine göre ikisi de lâzım, ikisine de ihtiyaç var.
Burada temel sonu şu: Öncelik ve üstünlük hangisinde olmalı? Hangisini esas almalı?
* * *
Şahıs ağırlıklı yönetimlerde, daha çok emirler, fermânlar, talimatlar veya doktrinler ön plâna çıkar. Prensiplere dayalı sistemlerde ise, uzun ömürlü kànunlar, tüzükler, nizâmnâmeler söz konusudur.
* * *
Şahısların şahsî hesapları, hissî davranışları, şahsî muhabbet veya adâvete dayalı davranışları kaçınılmaz olur.
Bu hallerin, tarih boyunca da tezâhürleri hep görülmüştür. Zamanımızda ise bunların tesiri daha ziyade görünüyor.
* * *
Şahısların emir ve talimatlarıyla yapılan işler, nisbeten daha seri ve daha çabuk yapılabiliyor; kezâ, neticeye de daha hızlı şekilde ulaşılabiliyor.
Fakat, bu işleyiş pek güvenli değildir. Şahsın kendisi fâni, geçici ve hissiyatı değişken olduğu gibi, onun iradesi, talimatı veya iteklemesiyle yürütülen hizmetlerin ömrü de kısa ve değişken olur.
Şahıs hayatta, ayakta ve dinamik durumda iken, emir ve talepleri—korku belâsı da olsa—tıkır tıkır yerine getirilmeye çalışılır. Kuvvetten, takattan düştüğünde veya bir şekilde devre dışı kaldığında ise, işler öyle bir sarpa sarar ki, çoğu kimse hayretler içinde kalır.
Netice itibariyle, şoke olduğu için, sukût-u hayale uğrayan uğrayana... Çokça güvendiği ve şahsa övgüler düzdüğü için, çevresine ve yakınlarına karşı mahçup düşen düşene... Şevk ve heyecanını kaybettiği için, “Herçi bâd-âbad” diyerek, hayatı ve hizmeti boş veren verene olur.
* * *
Prensipleri konuşan, prensipler doğrultusunda hizmet eden, hareket ve faaliyetini üzerinden idame ettirenler ise, inâyet-i Hak ile ne sukût-u hayale uğrar, ne bir mahcubiyet yaşar, ne de şevk ve heyecanını kaybeder.
Zira, “düstûrlar, prensipler manzumesi” dediğimiz karar, kural, kànun ve nizamnâmeler, hemen umumiyetle istişarenin, ortak aklın, yani müşterek fikirlerin eseri ve meyvesi olduğundan, geç de olgunlaşsa, yine daha sağlıklı, daha güvenilir ve çok daha uzun ömürlü olurlar.
O halde, sıralamayı “önce prensipler, sonra şahıslar” şeklinde belirlemek ve hatta netleştirmek gerekir ki, zihnî arızalar, fikrî kargaşalar meydan almasın.
GÜNÜN TARİHİ 26 Mayıs 1946
1946 mahallî ve genel seçimleri
21 Temmuz 1946 Genel Seçimlerine 11 gün kala, Başkent Ankara, bir başka hadise ile sarsıldı: Bunalıma giren Vali Nevzat Tandoğan, kendi silâhıyla intihar etti.
Yeni demokrasi döneminin ilk mahallî seçimleri 26 Mayıs 1946’da yapıldı.
Buna serbest seçim demeye bin şahit bile yetmez.
Zira, alabildiğine baskıcı ve faşizan bir uygulama vardı.
Bu şiddetli baskılar sebebiyle, muhalefetteki Demokrat Parti, seçimleri boykot ile katılmama kararı aldı. Böylelikle, CHP tek başına bu seçimlere girmiş oldu. Yani, bir bakıma kendi çalıp kendi oynadı.
* * *
Türkiye’nin çok partili sisteme geçtiği 1945-50 arasındaki dönem, hemen her yönüyle garip ve tuhaf olaylara sahne oldu. Bunların bir kısmını aşağıdaki maddeler halinde sıralamak mümkün.
BİR: Demokrasi tarihine kara bir leke olarak geçen “Açık oy, gizli tasnif” uygulaması yapıldı.
Yani, süngülerin gölgesinde sandığa giden seçmen vatandaş, hangi partiye oy verdiğini açıktan belli ediyor; ama, oyların sayım ve dökümü gizli şekilde yapılıyor.
İKİ: Mahallî seçimler, iki ay sonra yapılacak olan genel seçimlerden evvel yapıldı. Bu çok anormal bir durum. Normalde durum tersine olmalıydı.
İkinci anormallik ise, hem mahallî, hem genel seçimlerin “baskın seçim” şeklinde yapılması oldu.
Aslında, her iki seçimin de farklı ve daha rahat zamanlarda gerçekleştirilmesi mümkün iken, sırf muhalefetteki DP kendini toparlayıp seçimlere hazırlanamasın diye, her iki seçim de bir nevi emrivâki tarzda yapıldı.
ÜÇ: Dayanılmaz baskılar sebebiyle mahalli seçimleri boykot eden Demokrat Parti, 21 Temmuz’da (1946) yapılmasına karar verilen genel seçimleri de boykot etmeye niyetlendi.
Bu davranışın bir gerekçesi şuydu: Normalde bir sene sonra yapılması gereken genel seçimler, İsmet Paşa tarafından telâş ve aceleyle erkene alınarak iki ay sonra yapılmasına karar verilmiş olması.
İsmet Paşa, genel seçimlerin de boykot edilmesi halinde, buna sebep olanların “vatan hainliği” ile yargılanacaklarını açıkladı.
İsmet Paşa’nın sözünde durmadığını ve keyfi hareket ettiğini dillendiren DP yönetimi, bu aleni tehdit karşısında, hiç de hazırlıklı olmadığı 1946 genel seçimlerine katılmaya bir yönüyle mecbur kaldı.
***
@salihoglulatif: (“Veemruhu şûrâ beynehum” âyeti, şûrâyı esas olarak emrediyor. H. Şamiye: 65) Meşveret ve Şûrâyı tahkir, tezyif veya tahfif, öyle bir maraz-ı aklî, kalbî ve ruhîdir ki, devâsı bulunmaz türden...