Mısır’daki darbe yönetimi—idam ve müebbet dahil—İhvan-ı Müsliminden yüzlerce mazlûma ceza vermeye devam ediyor.
Bu dehşetli zulme mukabil—Türkiye ve müttefikleri dahil—hiçbir ülke harekete geçmiyor, geçemiyor.
Yanlış hareket ye’se dönüşür
İbadetin bile en makbulü “Az da olsa devamlı olanı”dır.
Bu kudsî ölçü, bundan iki sene evvel tavan yapmaya başlayan, ama bugün esâmisi dahi okunmayan “Rabia gösterileri” için de geçerli.
Şuurlu bir mü’min, inanarak neyi yapıyorsa onu “sürdürülebilir şekilde” yapmalı ve yaptığı o işi sonuna kadar da götürmeye gayret etmeli.
Aksi halde, inandığı dâvâya değil, bu zamanın en fecî hastalığı olan ye’se, yani ümitsizliğe hizmet etmiş olur. Aynı şekilde, karşısında mücadele verdiği cereyanın daha çok kuvvet bulmasına ve hatta galebe çalmasına bir cihette sebebiyet vermiş olur.
Yakın tarihimizdeki Şeyh Selim ve Şeyh Said Hadiselerinin (1913-25) neticesi böyle olduğu gibi, asıl konumuz olan “Rabia gösterileri” de aynı deftere, aynı hesaba geçmiş oldu, ne yazık ki...
* * *
Münâzarât’ta ifade edildiği gibi, feleğin kubbesine atılan taşlar, döndüğü zaman kalpte ye’is olarak tahaccür eder; yani, ümitsizlik şeklinde kişinin kalbinde taşlaşıp katılaşır.
Çünkü: Felek, muhayyel bir hedeftir. Taşlardan etkilenmediği gibi, ona atılan taşlarla isabet etmek de mümkün değil. Kişinin tek şansı, feleğin kubbesine attığı taşların geri dönmemesi, sahibine çarpıp kafasını-gözünü yarmamasıdır.
O halde, şahsımız adına değil de, özellikle fikir ve dâvâmız uğrunda kime nasıl çatacaksak, meselenin devamını, sonucunu ve muhtemel risklerini de hesaba katarak öyle çatmalıyız. Aksi halde, hem muhal bir iş yapmış olur, hem de kendimize, dost ve kardeşlerimize daha çok zarar dokunmasına sebebiyet vermiş oluruz.
İşte, Mısır’da bilhassa son iki sene içinde yaşananlarda da buna benzer üzücü durumlar hasıl oldu.
Kışkırtılarak daha da kızgınlaştırılan darbe canavarı, bütün vahşetiyle mâsum insanları kıyıp biçmeye yöneldi. Aynen, Kemalist diktatöryanın, Şeyh Said ve taraftarlarına karşı sergilemiş olduğu vahşiyane muamele gibi: İdamlar, sürgünler, zindanlar, vesâire...
Kan dökmeden, döktürmeden
Hariçten gelerek vatana-millete karşı taarruza geçen bir kuvvete, yine kuvvetle mukabele edilebilir. Onu durdurmak ve def’etmek için, pekâlâ silâhlı mücadele verilebilir.
Dahildeki durum ise farklıdır. Dahilde, bir kanlı boğuşmanın çıkması halinde, bundan zalimler değil, daha çok mâsumlar zarar görür.
Buna göre, dahildeki darbecilere karşı, kan dökülmesi riskini taşıyan bir metotla değil, o zalimlerin zulmüne mukabil hassaten fikrî, siyasî ve hukukî çerçevede kalarak tesirli ve uzun vadeli bir mücadele tarzı yürütülmeli.
Bunun dışındaki her yol ve yöntem, kumpaslara ve provokasyonlara açık olduğu gibi, mevcut yaranın üzerine yenilerinin eklemlenmesini netice verir. Mevcut sıkıntı, bir bakıma katmerleştirilmiş olur.
İşte, İttihat-Terakki cuntasına karşı yapılan 31 Mart (1909) protestoları, Kemalist cuntaya karşı sergilenen Şeyh Said Hadisesi gibi, Mursî’yi deviren Mısır’daki darbe cuntasına karşı tırmandırılan Rabia gösterilerinin sonucu da ne yazık ki nazara verdiğimiz aynı türden sıkıntıların ziyadeleşmesini netice verdi.
Dahası, devamı getirilemeyen ve ikinci seneden itibaren sönmeye yüz tutan o gösterilerde canı yakılan, kanı dökülen mâsumların hakkını-hukukunu arayıp sormanın—şimdilik—mecâli de kalmadı. O zalimlerle hesaplaşmak, artık Rûz-i Mahşer’e kaldı.
* * *
Bilindiği gibi, Bediüzzaman Hazretlerinin vefatından üç ay sonra, Türkiye’de 27 Mayıs (1960) Darbesi yapıldı. O günlerde, Hz. Üstad’ın hemen bütün talebeleri hayattaydı.
Üstadlarından birebir ders alan bu Nur kahramanları, darbeyi protesto için ne kendileri meydanlara çıktılar, ne de kitleleri fiilî protestolara sevk ettiler.
Onlar, vaktiyle darbeci diktatörlerin reis ve kurmaylarıyla ilim, fikir ve hukuk zemininde mücadele ettikleri gibi, 27 Mayıs’tan sonra da aynı metotla mukabelede bulundular: Evvelden olduğu gibi yine sürüldüler, zindanlara atıldılar, mahkemelere sevk edildiler; her türlü bedeli ödediler, her zahmete, meşakkate katlandılar; ama asla hizmet metotlarını değiştirmediler. Yani, daha fazla kan dökülmesine sebebiyet verecek bir harekette, bir tahrikâtta bulunmadılar. (12 Mart Muhtırası ile 12 Eylül Darbesi, ikinci-üçüncü misâldir.)
İşte, Mısır’daki İhvanlarımızın da bu müsbet mânadaki tavır ve hizmet metodunu nazara alıp ona göre hareket etmeliydiler.
Aynı şekilde, ülkemizdeki ihvanları da, Mısır’daki mâsumları darbecilerin tanklarına veya nişancı tetikçilerine açık hedef olmaya tahrik veya teşvik etmekten uzak durmalıydılar.
Nur’un dışındaki cereyanların tesirine kapılanlar, şu fâsit noktaya sıkışıp kaldılar: “İhvan meydanlardan çekilirse, gösteriler son bulursa, onlara karşı cadı avı başlayacak.”
Bu bakış açısı yanlıştı, sakat idi ve ne yazık ki beterin beterine sebebiyet verdi. Doğru olsaydı şayet, “Rabia gösterileri” kesintiye uğramaz, her yerde devam edip giderdi.
@salihoglulatif: Mısır’daki İhvân’larımıza Risâle-i Nur’un düstûrlarını anlatmak yerine, ne yazık ki, neticesi vahim bir cenderenin içine sürüklenmelerine yardımcı olduk.