Dolmabahçe’de yatan M. Kemal’i “ölüme götüren ağır koma” hali, 8 Kasım (1938) başladı.
Nitekim, 8 Kasım’daki “resmî tebliğ”de, M. Kemal'in bu ağır koma hali hakkında yapılan duyuruda şu ifadeler yer aldı: "Bugün saat 18.30'da, hastalık birdenbire normal seyrinden çıkarak şiddetlenmiş ve sıhhî vaziyetleri yeniden ciddiyet kazanmıştır."
9 Kasım’daki son tebliğde ise "Umumi durumun vahâmete doğru seyrettiği" şeklindeki ifade, resmî kayıtlarda aynen yer almış oldu. (Bkz: TTK Yayınları, TC Krononoljisi, s. 629)
Bu bildirideki ifadenin mânâsı, aslında "M. Kemal öldü" demektir. Aksi halde "umumî vahâmet" tabiri kullanılamazdı.
Söz konusu ölümün 9 Kasım gecesi gerçekleşmiş olduğuna dair daha başka deliller var. İki tanesinden kısaca söz edelim.
BİRİNCİSİ: Yıllarca M. Kemal'in şoförlüğünü yapan Seyfettin Yağız, “D.B.Tercüman” muhabiri Nide Eryılmaz'a konuşarak şunları söyledi: "Atatürk 10 Kasım'da ölmedi. Söylersem, tarihi şaşırtıyorsun diyorlar. Atatürk öldükten sonra beni Dolmabahçe'ye kapattılar. Dışarı çıkmamı istemediler."
İKİNCİSİ: Cumhuriyet gazetesinin 9 Kasım gecesi yapılan yıldırım baskısında, M. Kemal'in öldüğü haberi yer aldı. Sonradan “resmî görüşe aykırı” bulunduğu için derhal toplattırılıp imha edilen bu yıldırım baskı, esasında sırf ölüm haberini vermek için çıkmıştı.
Karabulut gibi dağları saran “Derin resmî korkular”, oradan alaşağı olup derin vadilere indiğinde, kimi ellerde saklı tutulan bu tür bilgi ve belgelerin ortaya çıkacağı da unutulmasın.
Dolayısıyla ve netice itibariyle, M. Kemal’in ölüm günü ve saatinin “10 Kasım, saat 9’u 5 geçe” olan rapor ise, kesinlikle yalan ve uydurmaya dayalı bir tasarımdan ibarettir. Gerçeklikle, uzaktan yakından bir alâkası yoktur.
Yakın tarih ‘yalan tarih’ oldu
Resmî görüş gözlüğüyle bakılarak anlatılan “Birinci Reis” M. Kemal, gerçek M. Kemal’i kesinlikle yansıtmıyor.
İstisnasız tamamı yalan, yanlış ve uydurma anlatımlardır.
Onu olduğu gibi anlatmak yerine, “sipariş üzre” ve “istenildiği gibi” anlatmak, daima ağır basmıştır.
Konuların bir kısmını özet veya başlıklar halinde sıralamak gerekirse, şunları söylemek mümkün:
* Kast ettiğimiz resmî tarihçiler ve sözde araştırmacılar, ellerindeki olağanüstü imkânlara rağmen, M. Kemal’in şeceresini belgeli, ispatlı, tesbitli şekilde ortaya koymadılar.
* Aynı şekilde, onun Selanik’teki Yahudilerle, Dönmelerle ve bilâhare İngilizlerle olan irtibat ve diyaloglarını olduğu gibi yansıtma cihetine gitmediler, gitmiyorlar.
* Kezâ dinî, örfî, tarihî ve millî geleneklerle zerrece örtüşmeyen ve asla uyum sağlamayan “ilke ve inkılâplar”ını, sanki “mükemmel millî” imiş gibi anlatarak, böyle yüzde yüz yalan ve uydurma olan şeyleri nesillere yutturmaya vargücüyle çalıştılar. Ne yazık ki, bunda büyük ölçüde başarılı da oldular.
* Latinceyi “Türk harfleri”, İsviçre’den ithal kànunları “Türk Medenî Kànunu”, şapkayı “medeniyet serpuşu”, Türkçe’ye çevrilen ezan ve kàmeti “daha iyi anlaşılsın diye”, İstiklâl Harbinde sipere koştuğu halde İstiklâl Mahkemesinde asılanları “vatan haini” diye tanıtarak ve daha nice konuyu alt-üst ederek, “yakın tarih”imizi adeta “yalan tarih”e çevirdiler.
Ve nihayet, M. Kemal’in ölümünü dahi olduğu gibi anlatıp insanlarımıza yansıtmak yerine, bu konuyu bile sis ve duman perdesine sardırarak, tam bir yalan, sipariş ve uydurma bilgilerle, milyonları aldatmaktan geri durmadılar.
@salihoglulatif:
Çifte standart:
a) Ben mâsumum hâkim bey! Aldatıldım. Rabbim ve milletim beni affetsin.
b) Ben hâkimim mâsum bey! Rabbim ve milletim affetse de, BEN seni yine affetmem.
* * *
Uçurumdan önceki son düzlük: Şikâyet ettiği bütün hata, belâ ve günahların ortağı, hissedarı olduğu halde, yine tutup başkasını suçlayarak kendini pirüpâk gösterme hali...