Mevcut siyasî iktidar mensuplarının fikir hocası ve üstadı, hiç şüphe yok ki Necip Fazıl’dır.
Zira, çekirdek kadronun hemen tamamı onun rahle-i tedrisinden geçmiştir. Dahası, hâlen tek lider konumundaki Erdoğan’ın mustakilen siyaset sahnesine çıkması, yine Necip Fazıl’ın şiirlerini okumak ve fikirlerini (İdeolocya Örgüsü) seslendirmek sûretiyle oldu.
Buna rağmen, bazı dostlar, bu siyasî hareketi eski “Ahrar-Demokrat Misyonu”nun devamı ve günümüz versiyonu/takipçisi şeklinde görmeye ve göstermeye çalıştı.
Haliyle, biz de çok yerde aynı meseleye muhatap olmaktayız.
Yöneltilen suâllerin özet halindeki müşterek ifadesi şöyledir: Yakın tarihimizin fikrî, ideolojik, içtimaî ve siyasî hayatı itibariyle önemli idol/aktör olarak kabul edilen Necip Fazıl ve onun başında bulunduğu Büyük Doğu Hareketi hakkında bilgi verir misiniz? Bunların Üstad Bediüzzaman ve Risâle-i Nur ile münasebeti nasıl ve ne şekilde olmuştur?
Büyük Doğu Hareketinin lideri ve ideolojik üstadı olan Necip Fazıl (1904-1983), yaşadığı dönem itibariyle kendini iyi yetiştirmiş şair, edib ve hatip bir şahsiyettir.
Aynı zamanda, Türk fikir ve siyaset hayatını çok yakından ve derinlemesine etkilemiş, önemli bir ideologtur. "İdeolojya Örgüsü" onun en gözde eserlerinin başında gelir.
1943’te, yaklaşık 20 yıldır İstanbul'da mûkim bulunan Şeyh Abdülhakim Arvasî (1865-1943) ile tanışması, Necip Fazıl’ın hayatında bir dönüm noktası teşkil etti. Şeyh Arvasî'ye mürid ve talebe olduktan sonra, eski hayatını terk ederek, hidayet dairesine adım attı.
Risâlelerde "İstanbul'daki ihtiyar zât" diye de kendisinden bahsedilen Arvasî Hoca ile irtibat ve görüşmesi fazla uzun sürmedi. Zira, "Efendim" diye hitap ederek ziyadesiyle bağlandığı hocası, aynı yılın Kasım ayı sonlarında Ankara'da vefat etti.
İstanbul'dan sürgün edilmesi tarihini, Necip Fazıl, ‘Eylül ayı ortaları’ diye kaydediyor. Kendi ifadesine göre, 17 Eylül 1943'te çıkan Büyük Doğu mecmuasının ilk nüshasını heyecan ile Eyüb'e götürüp hocasına göstermek istemiş, ancak hocasının 24 kişiyle birlikte sürgüne gönderildiği haberiyle sarsılmış.
Seksen küsûr yıllık hayatında ilk kez tutuklanan Şeyh Arvasî'nin sürgün hayatı, yaklaşık 50 gündür. Önce İzmir'in en rutubetli, en ufunetli bir yerine, ardından ricâ-minnetle Ankara'ya gönderiliyor. Gittikten birkaç gün sonra orada vefat ediyor. Yakındaki Bağlum Köyü’nün kabristanına defnediliyor.
Oysa, yıllarca İstanbul'daki Eyyûb Sultan, Fâtih, Yavuz Selim, Bâyezîd, Bakırköy, Kadıköy ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsülerinde serbest şekilde vaazlar veren Arvasî Hoca, kendi talebe ve hizmetkârlarının da ikrarıyla "Kànunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi." (Gülistan Dergisi; Temmuz 2004)
Ancak, buna rağmen, 1943 yılı Sonbaharında, hükûmet eliyle Türkiye genelinde dindarlara karşı büyük bir operasyon başlatıldı.
Bu operasyonun asıl hedefi, Bediüzzaman Said Nursî ve talebeleriydi. Gerekçe, kànun yoluyla yasaklayamadıkları Ayetü'l-Kübrâ isimli risâlenin neşredilmesiydi.
Bu risâle, gizlice İstanbul'da bir matbaada basılmıştı. Hiddete gelen o dönemin hükûmeti, bu işte dahli veya ihmâli olan herkesi hedefe koymuştu.
Bediüzzaman ve 126 talebesini Denizli Hapishanesi’ne sevk eden devrin ceberrut idarecileri, o tarihe kadar hemen hiçbir vukuatı olmayan ve hiç karışmadıkları, hatta uyumlu çalıştıkları Şeyh Arvasî ile 24 talebesini de sürgün yoluyla cezalandırma cihetine gitti.
Bu noktada, 13. Şuâ'da zikredilen şu ifade, fevkalâde dikkat çekici: "...Bir seneden beri, gayet dikkatle içimize casusları sokan ve safdil ve cür'etkâr talebelerin ifşaatını zapteden ve bil'iltizam bizi perişan ve mesleğimizden pişman etmek için her vesileyi istimal eden, hattâ aleyhimize Şeyh Abdülhakîm'i sevk ettikleri halde, onu da bizim gibi perişan eden adamlara karşı inkârlarınız ve kaçmanız, onların kanaati vicdaniye dedikleri düşüncelerinde beş para etmez." (Şuâlar: 289)
* * *
Necip Fazıl, "Efendim! Benim Efendim! Benim, güzellerin güzeli Efendim!" diyerek ondan sitayişle bahsettiği hocası Şeyh Arvasî'ye ziyadesiyle bağlıdır. Ayrıca, onu alabildiğine methetmekte de bir beis olmadığını, hatta ziyade övgünün kendi meşrebinin gereği olduğunu ifade ederken; Üstad Bediüzzaman’ı ise alabildiğine küçümsemekten çekinmiyor. (Bkz: Son Devrin Din Mazlumları)
İşte, hocası Arvasî’ye yaptığı övgülerden bazı pasajlar: “Efendim! Benim Efendim! Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız; ruhuma büyük temel çivisini çaktınız! Kaç milyon baba ve kaç milyon anne, senin milyarda birin eder? Sen benim böyle bir şeyimsin! Babamla anneme Allah'ın bana tattırdığı varlık şevkine vesile oldukları için bağlıysam, sana da, bu ölçünün ebedî hayat mikyasiyle perçinliyim...
"Seni, Bağlum’daki, namsız ve nişansız çukurunda, bembeyaz ve taptaze bir kefene bürülü, esmer ve pembecik teninin hiçbir noktası tozlanmamış ve paslanmamış, derin gözlerin ebediyete çevrili, Allah'ı zikrederken görüyorum.
"Yirmi dokuz yıl değil, iki bin dokuz yüz yıl değil, sayılar boyunca devirler gelip geçse, üzerinden zaman geçmiyecek velîlerdensin sen... Kalıbın orada; fakat ruhaniyetin, Allah'ın izniyle her tarafta ve benim yanımda... Baş ucumdasın, biliyorum; ama ben ne yapayım ki dünya zindanı içinde, ayrıca beş hassemin zindanında kapalıyım ve seni göremiyorum... Ama, bu kapıya beni köpek diye yazan, bu gemiye paspas diye alan sen, kabul etmez misin ki, 'O Kapı'nın köpeği' ve 'O geminin paspası' olmak rütbesinin üstüne bu dünyada pâye yoktur?
"Allah bana, Bağlum Köyü’nün yalçın ve çıplak mezarlığında, namsız ve nişansız bir taş altında, başım onun ayaklarına doğru gömülmeyi nasip etsin." (Bkz: "O ve Ben" ile Age)