Bugünkü bir kısım siyasilerin üstadı olan Necip Fazıl’ın, Üstad Bediüzzaman hakkında düştüğü bazı vahim hatalar var.
Adeta birer “kör nokta” mesabesindeki bu hataları tesbit sadedinde, özellikle aşağıdaki itiraza medar birkaç maddenin Necip Fazıl için liste başında geliyor.
Şahsî hayatı gibi siyasî hayatı da zigzaklar içinde (İçki, kumar, CHP’ye müracaat, MP’ye destek, Erbakanlı MSP’den 1977’de Türkeşli MHP’ye yatay geçiş...) geçen Necip Fazıl’ın Bediüzzaman Hazretleri hakkındaki bazı tenkit ve itirazlarına ve bunlara karşı verilecek cevapları özetlemeye çalışalım.
TENKİTLİ İTİRAZ: Said Nursî, hürriyet ve meşrûtiyeti dâvâ etmekle hataya düşmüş.
İZAHLI CEVAP: Bilhassa günümüz dünyasında, abes olduğu kadar ilmîlikten ve hakkaniyetten de hayli uzak bir itirazdır bu.
Başka meşrepten olanlar da “hürriyet-meşrûtiyet” istiyor diye, Said Nursî’yi bu dâvâsında hatalı görmek kadar bir hatayı tasavvur edemiyoruz.
Aynen, yakın zamandaki referandum kampanyasında “Terör örgütleri HAYIR diyor” teranesiyle, bütün HAYIRcıları vatan haini, yahut terör yandaşı göstermek gibi bir sakatlık, bir bağnazlık gibi...
Öyle ya, bu milletin bir yarısını ötekileştiren zihniyetten daha sakat, daha sakim ne olabilir ki?
Esasen, Üstad Bediüzzaman ile onu böyle bağnazca eleştirenler arasında, neredeyse yüz yıllık bir mesafenin olduğu, yapılacak ciddî karşılaştırmalarla bariz şekilde ortaya çıkmış oluyor.
TENKİTLİ İTİRAZ: Ulu Hakan Abdülhamid Hân devrinin “disiplinli” siyasetini, Bediüzzaman’ın çıkıp “istibdat” şeklinde nitelendirmesi yanlış.
İZAHLI CEVAP: Said Nursî’nin tenkit ve itirazı, Sultan Abdülhamid’in şahsî hayatına yönelik olmadığını peşinen hatırlatalım. Hatta, onun hakkında “Şefkatli Padişah” tâbirini kullanıyor ve onu “Veli derecesinde bir sultan” olarak görüyor.
Bununla beraber, onun bilhassa 1878-1908 yıllarındaki 30 yıllık devr-i saltanatında tatbik edilen siyasetin “müstebidâne” olduğunu mükerreren söylüyor.
Hatta, 1950’den sonra yeniden neşrettiği Münâzarât ve Divan-ı Harb-i Örfi/İki Mekteb-i Musîbetin Şehadetnâmesi gibi eserlerinde de, aynı yöndeki fikir ve kanaatini izhâr ile bir kez daha ibrâz ediyor: “Vakta ki, hürriyet divanelikle yâd olunurdu; istibdat, tımarhaneyi mektep eyledi.” (Age)
Görüldüğü ve bazı çevrelerce kasten çarpıtılmaya çalışıldığı gibi, Said Nursî, Sultan Abdülhamid dönemi hakkındaki fikir ve kanaatini değiştirmiş falan değildir.
TENKİTLİ İTİRAZ: Said Nursî, 1909’da Divan-ı Harp Mahkemesinden beraet edip çıkıyor, arkasında kalabalık bir halk yığınıyla Sultanahmed'e kadar yaya yürüyor ve yolda kendi kendisine mırıldanıyor: Zalimler için yaşasın Cehennem!
İZAHLI CEVAP: Bu noktada ciddî bir problem var. Hayatı boyunca korkmayan, korku nedir bilmeyen Said Nursî’den bu tarzda bahsetmenin hak ve hakkaniyetle, insaf ve vicdanla bir alâkası yoktur ve olamaz. Olsa olsa, meşrebî bir kıskançlık, gizli bir garaz ve zımnî bir adâvetle münasebeti olabilir.
Zira, Necip Fazıl’ın bu sözleri kendi içinde çelişkilerle doludur.
Evvelâ: Siz orada olmadığınız halde, onun mırıldanarak “Zalimler için yaşasın Cehennem!” dediğini nereden biliyorsunuz?
İkincisi: Onun mırıldanarak söylendiğini kim söylüyor? Nerede yazıyor. Sizin bunu tesbit etmeniz nasıl mümkün olabiliyor?
Üçüncüsü: Sizin tâbirinizle “Kalabalık halk yığını”, Bayezid Meydanından Sultanahmet’e kadar “mırıldanarak” yürüyen Bediüzzaman’ın arkasından niçin gitsin?
Dördüncüsü: Said Nursî, sizin anlatımınıza göre, haşa ki böyle “pısırık-pasif” bir şahsiyet ise, kalabalık halk yığını niçin onun etrafına toplansın veya peşinden giderek kenetlenmiş halde yürüyüş yapsın?
TENKİTLİ İTİRAZ: Said Nursî, zaten “Eski Said”i topyekûn lağvetti.
İZAHLI CEVAP: Cidden, dehşetli bir yanılgıdır bu. Zira, Üç Said devresini yaşayan Bediüzzaman Hazretleri, hayatının hiçbir dönemini “topyekûn lağvetmiş” değildir. İşte, hâlen de neşredilmekte olan eserlerinde kayıtlı bizzat kendi ifadeleri:
“Bütün kuvvetimle derim ki: Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım (ısrarlıyım).
“Şayet, zaman-ı mâzi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriat ile davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.
“Şayet, müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celp namesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.”
Son olarak, 1952’de İstanbul’daki Gençlik Rehberi Mahkemesinde (Ki, N. Fazıl’ın da görüştüğü günlerdir), Avukatı Mihrî Helav’ın müdafaasından kısacık bir bölüm: “Filhakîka, müvekkilim (Bediüzzaman), bütün milletle beraber istibdâda karşı mücâdele etmiş, hürriyet ve demokrasinin tesisine çalışmış ve bu hususta husûle gelen muvaffakıyetten dolayı da memnun olmuştur.” (Tarihçe-i Hayat; 8. Kısım, Isparta Hayatı)
Necip Fazıl, bu kitabında kendi Şeyhini alabildiğine överken, Üstad Bediüzzaman’ı gayet sinsice yermeye çalışıyor.