Ahrar Fırkasına yakın, İttihat-Terakkiye muhalif bir çizgide yayın yapan Sadâ-yı Millet’in başyazarı Ahmet Samim Bey, İstanbul’da bir tetikçi tarafından vurularak katledildi: 9 Haziran 1910.
Bir önceki senenin 6 Nisan’ında Hasan Fehmi Bey ve bir sonraki senenin 10 Temmuz’unda da gazeteci Zeki Bey, yine aynı tetikçiler vasıtasıyla vurularak susturuldular.
* * *
Bu hadiselerin üzerinden yüz yıldan fazla bir zaman geçti. Ancak, yine de geçmeyen ve değişmeyen vahşiyâne şöyle bir bağnazlık hali var: Muhalif gazetecileri bir şekilde susturma çabası, niyeti, gayreti...
Bu susturma çabaları içinde değişkenlik arz eden tek şey, susturma yöntemlerinin, taktiklerinin, gerekçe ve bahanelerinin birbirinden farklılığı... Evet, bütün bu farklılığın sonucu hep aynı: Susturmak.
Eden bulur
Acı bir realitedir: Bazı iktidarların, serbest yazan gazetelere ve hür fikirli gazetecilere hiç mi, hiç tahammülü yok. Bir sebep veya bahane bulduklarında, derhal gazeteleri kapatmaya ve o bünyede hizmet veren gazetecileri, yazarları, düşünürleri illa ki susturmaya çalışırlar.
Sonrasında ise, benzer bir âkıbete kendileri de dûçâr olurlar.
Tıpkı, komitacı İttihatçıların yaşadığı ve bilâhare başlarına gelen ibretlik vâkıalar gibi.
İttihatçıların bozuk ve komitacı kısmı, iktidarı ele geçirdikten kısa süre sonra, tetikçiler vasıtasıyla muhaliflerini vurdurup susturmaya yeltendiler. Yaklaşık dokuz-on sene boyunca (1909-1918) bu lânetlik alışkanlıklarını hemen hiç terk etmediler.
Muhalifleri kuvvet-şiddet yoluyla susturmak, zamanla onların adeta karakteristik bir özelliği haline geldi: “İttihatçılar tetikçidir; tetikçiler İttihatçıdır” tarzındaki sözler, zamanla toplumda bir umumî kanaat haline geldi.
1918’in sonlarına gelindiğinde ise, bu kez İttihatçıların kendileri mücrim, horlanan, yargılanan, itilip kakılan, yüzlerine tükürülen, hatta kaçıp ecnebilere sığınan zavallı durumlara düştüler. Yani, vaktiyle başkasına revâ gördükleri bed-muamelenin çok daha vahim olanı bizzat kendi başlarına geldi.
Öyle ki, İttihatçı elebaşların birçoğu, doğup büyüdüğü vatan topraklarında bile barınamaz hale geldiler.
Âhiren, bu vatanı terk edip gittiler; gurbet ele düştüler...
Etme-bulma dünyası işte.
Yani, “Men dakka-dukka...”
Şimdi, sözü tekrar İttihatçıların tâ 107 sene önce bugün işlemiş olduğu o menfur cinayet hadisesine getirmek istiyoruz.
Sadâ-yı Millet de susturuldu
Mâlum, mühim bir kısmı Ahrarlar ile siyaseten müttefik gibi görünen İttihad-ı Muhammediye Cemiyeti, 5 Nisan 1909’da kuruldu.
Kuruluşunun hemen ertesi günü olan 6 Nisan’da ise, bu cemiyete yakınlığı ile bilinen Serbestî gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Bey, İttihatçı tetikçiler tarafından Galata Köprüsü üzerinde vurularak şehit edildi.
Muhaliflere karşı tehdit, baskı, yıldırma ve sûikast teşebbüsleri kesintisiz şekilde devam etti.
Bu İttihatçı komitacılar, son bir yıl içinde işlemiş oldukları seri cinayetlere 9 Haziran 1910’da bir yenisini daha eklediler: Sadâ-yı Millet gazetesi Başyazarı Ahmet Samim Bey, Eminönü’de bir tetikçi tarafından vurularak katledildi. Henüz 26 yaşındaydı.
Prens Sabahaddin’in fikirlerinden istifade ederek yazılar yazan Ahmet Samim Bey, nice zamandan beri zaten şiddetli bir baskı ve tehdit altındaydı. Fakat, yine de korkmuyor ve gözü pek bir şekilde bildiğini, inandığını yazmaya devam ediyordu... Sonunda, İttihatçıların “kara listesi”ne dahil edildiğini, ellerinden gelse idam edeceklerini, mahkeme eliyle idamı mümkün değilse, tıpkı Hasan Fehmi gibi katledileceğini hissetmenin ötesinde “tahmin” etmişti.
İşte, tam da bu sebeple “Kardeşim Şevket” başlığıyla, dost ve arkadaşlarına hitaben adeta vasiyet gibi bir mektup yazdı:
“İttihat ve Terakki Cemiyeti idamıma hükmetmiş; idam olunacağım. Bunu nîm-resmî (yarı resmî) bir sûrette tebliğ eylediler. Haberiniz olsun.
“Yalnız, arkadaşlardan bir şey rica ediyorum. Bana Hasan Fehmi’ye yaptıkları gibi mükellef (şaşaalı, gösterişli) bir cenaze alayı tertip etmesinler. Demirciköy’de bir bayır tepesinde küçük ve garip bir köy kabristanı var. İstiyorum ki, beni oraya defnetsinler... Zira, o mezarlığın kenarında gençliğimin en tatlı birkaç saati şiir ve hülyasını geçirdim, fikrimin o küçük mezarlıkta olduğu kadar hiçbir yerde o kadar derin bir sükûn ve istiğraka daldığını bilmem.
“Mezarlığın bulunduğu tepeden bütün kırlar, tarlalar... uzakta birer küçük ve yeşil demete benzeyen koruları, ormanları ve nihayet ta ilerde Karadeniz’in kâh durgun ve mavi, kâh beyaz ve coşkulu sathı bipâyân (sınırsız şekilde) görülür. Cenazemin de orada kalmasını ricâ ediyorum.
“Emin olun, kalbimde hiçbir korku duymuyorum. Bana dindarâne bir tevekkül geldi ve ölmeye razıyım, hazırım... Yalnız, ne zaman olacağını bilemiyorum.”
* * *
Görüldüğü gibi, yüz sene önce “kurşunla susturma” âdeti vardı. Daha sonraları ve şimdilerde de “susturma âdeti” var; sadece, bu işin taktik ve yöntemi değişti, o kadar...
İhtar: Gazete(ci)leri susturmanın bedelini ve turnusola benzeyen vahim neticesini unutmamalı.