Sen “düşmân-ı gaddâr” olan nefis ve şeytanınla uğraş. Diğer düşmanlarını ise Allah’a bırak.
Şüphesiz ki Allah, senin o haricî düşmanlarının hakkından gelir ve derslerini de verir.
* * *
Sen kendi doğrularını söyle, yaşamaya çalış ve bunları usûlü dairesinde yaymaya gayret et.
Muhtaçlara tesir ve muhataplara kabul ettirmek ise, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın vazifesi.
Aklı başında olan kimse, haddini aşarak Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmaz.
Karışırsa, muvaffâk olamayacağı gibi, te’dib sillesini de yer.
* * *
Sen iman kardeşinde, dâva arkadaşında kusur arama. Bulmak için ararsan, bulursun.
Fakat, bunun sana da, ona da bir faydası yok. Aranızda olması gereken âhenge, ülfet ve ünsiyete zarar verir.
Takdir edilecek haslet odur ki, kardeşinde hasbelkader bir kusur gördüğünde, onu ilân ve ifşâ etmek değil, bilâkis örtmeye çalışmaktır.
Ama, yok ben illa da kusur görmek istiyorum diyen kişi, kendi kusurlarını düşünüp onları ıslâha çalışabilir.
* * *
Bediüzzaman Hazretleri, bizim düşünce ve kanaatimize göre, çağımızın hem müfessiri, hem müceddidi, hem müçtehidi olup aynı zamanda Resûlullah’ın (asm) vekilidir, vârisidir. (Bilhassa “El-ulemâu veresetü’l-enbiyâ” sırrınca.)
İşte, ilmen ve içtihâden “Vekil-i Nebevî” olan bu zâtın örnek hayatına baktığımızda da, yukarıda temas ettiğimiz hakikatlerin izini, işaretini görmekteyiz. Meselâ, şöyle ki: Bu zât, ehl-i imandan olan kimselerle menfî tarzda asla uğraşmamış, onlara kavga etme cihetine gitmemiştir.
Dahası, kendisini hedef alan kavga ve münakaşaların da var gücüyle önüne geçmeye ve yatıştırıcı rol almaya çalışmıştır.
Kezâ, kendisine doğrudan düşmanlık eden muarızlarıyla da bilek güreşine tutuşmak, cephe savaşını vermek, yahut bilmisil mukabelede bulunmak gibi, neticesi meşkûk yollara tenezzül etmemiş, mâsumlara zarar verecek bir mücadele metoduna zerrece meyil göstermemiştir.
O zât, hayatı boyunca hep inandığı doğruları evvelâ yaşamaya, sonra da yazmaya, söylemeye ve yerine göre bunları savunmaya gayret etmiştir.
Neticesi ne olursa olsun, o bu kararlı tutumundan hiç tâviz vermemiş, gevşeklik göstermemiş ve bu istikametten asla inhiraf etmemiştir.
Kendi yolunda ilerlerken, düşmanlarına karşı da kin ve husûmet gütmemiş ve intikamcı davranmamıştır. Daima affedici olmuş ve herkese hakkını helâl etmiştir. Bununla da yetinmeyerek, dost ve kardeşlerine de “İntikamımı almayın; siz de intikamcı olmayın” tavsiyesinde bulunmuştur.
Bütün bunların şüphesiz bir gerekçesi, bir haklı sebebi var: Sen doğru yaşa, doğruları söyle, “düşmân-ı gaddar” olan nefsinle uğraş; gerisini Allah’a bırak. O, her şeyin en iyisini, en doğrusunu yapar. İcabında, senin dâvanı düşmanlarına da kabul ettirir, ya da onların mustahakkını vererek cezalandırır.
O halde, üzerine düşeni yapıp Allah’ın vazifesine karışmamak, en doğru olanıdır. Bu doğruyu bilmek, inanmak yetmez; bunun fiilî hayat aynasına da aynen yansıtılması lâzım.
GÜNÜN TARİHİ 26 Şubat 1934
Pencere kafesleri yasaklandı
Yeni Türkiye’nin daha ilk yıllarından itibaren, İslâmdan ve mâneviyattan uzaklaşma adımları atıldı.
Mart 1924’te Hilâfetin kaldırılması ve Medreselerin kapatılması ile atılan adımları, ecnebi kıyafetinin dayatılması, İslâm hukukunun devre dışı edilmesi, Kur’ân harflerinin yasaklanması, Ezan’ın değiştirilmesi, Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi, nihayet Laikliğin dinsizlik mânasında tatbik sahasına konulması gibi radikal adımlar takip etti.
Genel hava, merkezî hükûmetin marifetiyle böyle “Bozuk Batı”ya uygun bir istikamette olunca, mahallî idareler de aynı yönde gitme ve böylelikle merkeze yaranma yarışına girdiler.
Bu mahallî idarelerin başında ise, hiç şüphesiz Ankara ve o tarihlerde Ankara’dan yüz kat daha büyük bir şehir olan İstanbul geliyordu.
İşte, İstanbul Belediyesi tarafından 26 Şubat 1934’te alınan acip ve tuhaf bir kararla, pekçok evin (özellikle cumbalı evlerin) penceresinde bulunan kafeslerin kaldırılması istendi.
Bilindiği gibi, evlerin dışarıya bakan penceresine monte edilen kafesler, bilhassa dindar ve muhafazakâr âileler için, sokağa, yani dışarıya karşı gayet güzel, hoş, zarîf ve estetik bir siper vazifesi görmekte idi.
Tek parti dönemi belediyesinin o tarihte aldığı mantıksız ve aslında utanç verici karar, aslında bu zihniyetin temelinde var olan din karşıtlığının, aynı zamanda tarih ve kültür düşmanlığına da nasıl yol açtığının çok belirgin bir ispatıdır.
***
@salihoglulatif: Hemen herkes, şunu biliyor ve inanıyor: Kendi işimizi yapalım, Allah’ın vazifesine karışmayalım. Asıl hüner, itikadımızda yer alan bu hakikati amelimize yansıtabilmekte.