Bugün adına “demokrasi” denilen “meşrûtiyet”in düşmanları çoktur.
Fakat, bunları iki ana grupta toplamak ve ona göre kategorize etmek mümkün.
1) Meşrûtiyete muhalif ve muarız olanlar.
2) Meşrûtiyetin düşmanını çok edenler.
İkisi de istibdada çalışır, diktatörlüğe hizmet eder.
Albirini vur diğerine...
* * *
Meşrûtiyet, bir dizi şartlar, kànunlar, kaideler, tüzükler, nizamnâmeler iktiza ediyor.
Aynı şeyleri meclisler, heyetler, meşveret ve şûrâ gibi yapılar ve sistemler de iktiza ediyor.
Buna göre, meşrûtiyetin muzır manileri, aynı zamanda meşveret ve şûrâya da düşmanlık yapabiliyor, yahut zarar verebiliyor.
Bunları da şu şekilde ifade etmek mümkün: “Meşveret ve şûrâya muhalif olanlar” ile “Meşveretin düşmanını çok edenler.”
Bu noktada Bediüzzaman diyor ki: “Fikrimce, meşrûtiyetin düşmanı, meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve hilâf-ı Şeriat göstermekle, meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir.” (Tarihçe-i. Hayat, s. 63)
* * *
Sözünü ettiğimiz meşrûtiyetin her iki cenâhtaki muzır manisinde “vesayet hastalığı” var.
Yani, karakteristik özellikleri itibariyle ikisi de aslında vesayetçidir.
Biri şahıs hakimiyetine, diğeri ise zümre hakimiyetine dayanır.
Neticede, ikisi de heyetlere, meclislere türlü baskılar yaparak, kendileri için birtakım imtiyazların sağlanmasına pür-heves çalışır.
Vatan için, millet için, fikir ve dâvâ adına ciddî bir sevdâları yoktur. Zahiren başka türlü görünseler bile, bütün sevdâları kendi şahsî, hissî, yahut grup menfaatlerine mahsustur.
Yoksa, hürriyet ve meşrûtiyete “ahd û peymân” edenler, herhangi bir imtiyaz, bir ayrıcalık peşinde asla olmazlar, koşmazlar, gitmezler...
* * *
1909’un başlarında, Meşrûtiyetin sözünü ettiğimiz her iki cenâhtaki düşmanları, âdeta elbirliği içinde hareket ederek “nîmet-i meşrûtiyet”e çok büyük zararlar verdiler.
Bir kısmı, güyâ Sultan Abdülhamid taraftarlığı adına sokaklara dökülerek, papağanlar gibi “Şeriat isteriz!” diye yaygara kopardılar.
Muzır diğer kısım ise, güyâ Meşrûtiyete sahip çıkmak adına hareket ederek “Hareket Ordusu”yla gelip zaten yarı canlı durumdaki nimet-i meşrûtiyeti büsbütün boğmaya, dolayısıyla “Meşrûtiyetin düşmanını çok etmeye” çalıştı.
(İktibas: “Hakikî maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. ...İşte câ-yı ibret bir nokta-i siyah!" (Münazarat, s. 83)
Yani, bir tarafta nefret edenler var, bir tarafta da nefret ettiren...
Üstad Bediüzzaman, bu iki muzır cenâhtan hiçbirine itibar etmedi. Hiçbirine dahil olmadı. Hiç birini haklı görmedi ve onlara yüz vermedi. Her türlü tehlikeyi, riski, zahmeti, meşakkati göze alarak “hakikat-ı meşrûtiyet”e sahip çıkmaya ve onu ömrünün sonuna kadar da savunmaya devam etti.
Esâsen, doğru olanı budur. Aynı şekilde, ciddî, tutarlı ve sahibine daima iç huzuru veren vasat yol, isabetli yöntem yine budur.
Bu hadd-i vasatı terk edenler, yanlış yollara, yani ifrata veya tefrite saparak ve bazen de şiddetli boğuşmalara girerek, neticede hem kendilerine, hem de vatandaşlarına bilerek-bilmeyerek büyük zarar veriyorlar.
İşin içine şahsî kin, garaz, adâvet, tarafgirlik gibi hissiyat, yahut makam, mevki, şân, şöhret gibi unsurlar girdiğinde ise, kargaşaların, boğucu çarpışmaların önüne geçmek büsbütün zorlaşıyor.
Herkes kendini haklı ve daha çok muhalifini haksız görüp özellikle de onun hatalarına hasr-ı nazar ettiğinden, sulh ve sükûnu sağlamak âdeta imkânsız hale geliyor.
Demek ki, en baştan dikkatli, temkinli ve itidâlli gitmek lâzım gelir ki, hadd-i vasattan ve hatt-ı mustakimden sapmalar, inhiraflar yaşanmasın.
Bu bahsin daha iyi anlaşılması için, yine Üstad Bediüzzaman’ın Lem’âlar’da naklettiği bir misâli iktibas ederek noktalayalım. Şöyle ki:
“Eski arkadaşlarımızdan bir adamın bir adama karşı adâveti vardı. O adamın yanında senâkârâne onun düşmanı amel-i salihle, hattâ velâyetle tavsif edildi. O adam kıskanmadı, sıkılmadı.
“Sonra birisi dedi: ‘Senin o düşmanın cesurdur, kuvvetlidir...’ Baktık ki, o adamda şiddetli bir kıskançlık ve bir rekabet damarı uyandı.
“Ona dedik: ‘Velâyet ve salâhat hadsiz bir hayat-ı ebediyenin pırlantası gibi bir kuvvet ve bir yüksekliktir. Sen buna bu cihette kıskanmadın. Dünyevî kuvvet öküzde ve cesaret canavarda dahi bulunmakla beraber, velâyet ve salâhate nispeten, bir âdi cam parçasının elmasa nispeti gibidir.’
“O adam dedi ki: ‘Bir noktaya, bir makama ikimiz bu dünyada gözümüzü dikmişiz. Oraya çıkmak için basamaklarımız da kuvvet ve cesaret gibi şeylerdir. Onun için kıskandım. Âhiret makamâtı hadsizdir. O, burada benim düşmanım iken, orada benim samimî ve sevgili kardeşim olabilir.’" (Age, s. 161)
@salihoglulatif: Süper dolandırıcılar, hedef seçtikleri vatandaşı önce terörle korkutup sonra da telefonla hipnotize ederek paralarını alıyor. Siyasî dolandırıcılar da, hemen hemen aynı yöntemle seçmen kitlenin oylarını alıyor. Onlar da özellikle terör örgütleriyle korkutup sonra da gazete ve tv ekranları marifetiyle halkı hipnotize ederek teveccühlerini kazanıyorlar.