Bir bakarsınız, toplum içinde bir adam sivrilir. Hemen ardından, o adamın meddahları türemeye başlar.
Bir bakarsınız, darbe olur. Hemen ardından, darbe yapanların hayranları, meddahları türemeye başlar.
Bir bakarsınız, adamın (yahut madamın) biri medyatik olur, şöhret kazanır. Hemen ardından, bir sürü silik şahsiyet ona hayranlık duymaya, deste deste medihnâmeler düzmeye başlar.
Bir bakarsınız, dinî veya siyasî tandanslı bir adam, şöyle aradan sıyrılıp ön plâna çıkarak liderliğe oynar. Hemen ardından, ona övgüler yağdırmada birbiriyle yarışanlar türemeye başlar.
Bunların tamamı, aslında bir zaafın, bir basitliğin eseri; bir acziyetin, bir muhakemesizliğin, bir basiretsizliğin neticesidir. Yoksa, kendisi de fâni olan bir insan, tutup bir başka fâniye böylesine bağlanmaz ve bağlanmamalı. Körlemesine bağlanıyorsa şayet, kendi eliyle kendini aşağılara çekmiş, basitliğe indirgemiş demektir.
Âhir ve âkıbette pişmanlık duymamak ve ayağa düşüp bedbaht olmamak için İbrahimvârî nidâ edip şunu söylemeli insan: “Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim...” (Sözler, S. 201)
Merak ilmin hocasıdır
Fânilere karşı meddahlıkta sınır tanımayan kimseler hakkında merak ettiğimiz noktalar var.
Cevabı kısmen içinde olmakla beraber, onlara yine de bazı hususları hatırlatmak istiyoruz. Şöyle ki:
Meselâ, darbecileri sevip desteklediniz. İnsanlık dışı icraatlarına bile alkış tuttunuz. Meddahlıkta şampiyonluğa oynadınız. Militarist Anayasalarına dahi toz kondurmadınız. Onlara—fikren olsun—muhalefet edenlere zerrece tahammül göstermediniz. Alabildiğine saldırganlaştınız. Hatta, daha da ileri gidip sizinle müşterek davranmayanları türlü isnat ve hakaretlerle damgalamaya çalıştınız.
Dahası, cuntacılara meddahlıkta, muhaliflerine ise kindarlıkta sınır tanımadınız. Bu meddahlık zehriyle hareket ederek, en yakın dâvâ kardeşinize bile kin ve adâvet kustunuz.
Peki, ya sonrasında?
Sonrasında ne oldunuz ve şimdilerde ne haldesiniz?
Meselâ, 1980’lerdeki hâl ve tavrınızı evlâd û ıyâlinize anlattınız mı?
O günlerde yazıp söylediklerinizi torunlarınıza anlatıyor musunuz? Anlatmaya yüzünüz var mı?
Eğer, o günkü hâl ve etvârınızını bugünkü ve yarınki nesle anlatmaya yüzünüz veya cesaretiniz yoksa, lütfen şimdi de başka fânilerin peşine düşmekten ve onlara medihnâmeler düzmekten vazgeçin.
Maalesef, eskiden mâlum isimleri alkışladığınız gibi, şimdilerde aynı o eski meddahlık alışkanlığınızı adeta “güncelleyip” başka şahıslara yönelik olarak yine sürdürmekte olduğunuz anlaşılıyor.
Oysa, ferdî şahsiyet gibi siyaset ve ticaret de fâniyâttan şeyler olup ömür boyu onlara meddahlık etmeye değmiyor. Yine de, bu ve benzeri fânilere karşı meddahlıkta ileri gidenler, derecesine göre tarih ve nesiller önünde mahçup olmaktan, hatta zillete düşmekten kurtulamaz.
İşin bir de Mizân-ı Haşir tarafı var ki, oranın müstakim mahkemesi bizleri şüphesiz daha ziyade düşünmeye sevk etmeli.
***
RUZNÂME 23 Ocak 1913
İttihatçıların iç darbesi: Bâbıâli Baskını
İttihatçıların aktif rol oynadığı meşhûr “Bâbıâli Baskını” 23 Ocak 1913’te, bugünkü İstanbul Valiliği binasında yaşandı. Hadisenin iç yüzü ve arka plânı kısaca şöyle:
1909 Nisan-Mayıs'ında siyasî muarızlarını darbe ile iktidardan indiren İttihatçılar, siyaseti askeriyeye bulaştırmakla 1912 yılı genel seçimlerini de adeta bir "sopalı seçim"e döndürdüler.
Zulüm ve baskı metoduyla Ahrar Fırkasını siyasetin dışına çıkarmayı başaran İttihatçılar, aynı sene içinde kendi aralarında bölünmeye başladılar.
Muhalif grup, Halâskâr Zâbitân (Kurtarıcı Subaylar) ismiyle İttihatçılardan ayrıldı. Böylelikle, sivil ve siyasî muhalefetin yerini zâbitan (subay) grubu aldı.
Zabitân-ı Halâskâran grubu, dağa çıkarak, bir hükümet değişikliği için İttihatçılara baskı yapmaya başladı. İttihatçılar buna boyun eğdi, ancak buna rağmen siyasî istikrar yine de sağlanamadı.
Dahası, 8 Ekim 1912'de Balkan Savaşı başladı ki, bu kritik süreçte ordunun insicamı bozulmuş, hatta iç bünye siyaseten zehirlenmiş durumdaydı.
Bu dehşetli zaafı sezen düşman kuvvetleri, Rumeli'deki Osmanlı topraklarını istilâya başladı. Canını kurtarabilen Müslüman nüfus, büyük dalgalar halinde ve fakat perişaniyet içinde Balkanlar'dan Anadolu'ya hicret etti.
Bu esnada, Londra'da toplanan Balkan devletleri temsilcileri, Osmanlı hükümetine şu notayı verdi: Edirne'nin Bulgaristan'a, Ege adaları da, başta İtalya olmak üzere Avrupa devletlerine bırakılacak!
Hükümetin pasifliğine daha fazla dayanamayan İttihat–Terakki merkezi, bir hükümet darbesini gerçekleştirmeyi planladı. Cemiyet merkezinde gizlice toplanan İttihatçıların ileri gelenleri, bu işe Enver Paşayı uygun gördüler.
23 Ocak 1913 günü beyaz bir ata binen Enver Paşa ve beraberindekiler, cemiyetin Nuruosmaniye'deki merkezinden Babıali'ye doğru harekete geçti.
Kabine, kelimenin tam anlamıyla gafil avlandı. Hemen hiç çatışma yaşanmadan, Enver Paşa, bugün vilayet merkezi olan Babıali'deki hükümet binasına girdi.
Yapılan baskın esnasında, bazı mühim şahsiyetler tetikçilerin kurşunlarına kurban gitti. Enver Paşa da, Sadrazam M. Kâmil Paşanın makamına girip, kafasına tabanca dayadı ve sert bir ifadeyle milletin kendisini istemediğini, mutlaka istifa etmesi gerektiğini söyledi.
Kâmil Paşa, maruz kaldığı baskı sebebiyle istifaya mecbur kaldığını padişaha hitaben yazarak Sadâretten ayrıldı. Aynı gün, Sadâret makamına Hareket Ordusu Kumandanı M. Şevket Paşa getirildi.
Bâbıâli Baskını, Meclis'ten ziyade acziyet içindeki hükümeti hedef almıştı.
Baskın bir derece hedefine ulaştı: Edirne Bulgarlardan geri alındı. Ancak, dahilî ve haricî sıkıntılar yine de bitmedi.
***
@salihoglulatif: Ömrünü fâni şeylere meddahlıkla geçirenler, bu faydasız alışkanlıklarından dolayı nesl-i âti ve tarih önünde mahcubiyet yaşamaktan kurtulamaz.