Bundan 18 yıl evvel vuku bulan ve Marmara Denizi çevresi başta olmak üzere, Türkiye'nin neredeyse yarı coğrafyasında hissedilen 17 Ağustos Depremi’nden, bunca zaman sonra acaba gereken dersleri çıkarabildik veya gereken tedbirleri alabildik mi?
Bu noktaya ne yazık ki hiç kimse kendinden emin bir şekilde müsbet-olumlu cevap veremiyor.
İş lâfa geldi mi, mangalda kül bırakmayız. Ancak, sıra tedbir almaya, icraatta bulunmaya gelince, kaplumbağa hızından bile daha yavaş gidiyor, daha gerilerde kalıyoruz.
Lütfen, kimse çıkıp da bize eski yapılar için konulan "Mecburi Deprem Sigortası" hikâyesini anlatmasın... Eski yapı, eski haliyle durdukça, sigorta vergisi ödenmiş, ödenmemiş ne fark eder? Yani, o sigorta, o binayı muhtemel bir depremin sarsıntısından koruyabilir mi? Ölümlere engel olabilir mi?
Demek ki, asıl mesele şu: Depreme karşı binanın korunması, dayanıklı hale getirilmesi.
Peki, bu yönde ciddiye alınabilecek herhangi bir çalışma yapıldı mı, şimdiye kadar?
Ne yazık ki, bu zaman zarfında defalarca değiştirilen kaldırım çalışmalarından fırsat bulunup da, eski binaların takviyesine, yahut ıslâh edilmesine ciddî manada ilgi gösterilemedi.
İstanbul'un birkaç ilçesinde, özellikle ana caddelere, ana artellere bakan (Meselâ, Esenler’in sadece TEM’e bakan) bazı binalarının dış cepheleri üzerinde ciddî makyaj çalışması yapıldı gerçi: Rengârenk boyalarla, süslemelerle o binaların dış cephesi bir güzelleştirildi, bir güzelleştirildi ki, insan bakmaya kıyamıyor. Bakmaya kıyamayınca, depremle sarsılıp yıkılmalarını da, bir türlü konduramıyor insan.
Ne var ki, depremdir bu, deprem: Ne boya dinler, ne badana; ne makyaj dinler, ne de süsleme... Vurduğu zaman, temeli çürük bu tür yapıları yıkarak hâk ile yeksân ediyor.
Demek ki, deprem riskine karşı bu tür pansuman tedbirler kâr etmediği gibi, boyalı-badanalı makyaj çalışmasının da, tedbir noktasında bir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Bu durumda, yapılacak olanlar, yapılması gerekenler aşağı-yukarı bellidir: Özellikle yeni yapılarda, deprem sarsıntısına karşı dayanıklılık şartını getirmek. Kaldırım taşı, bina makyajı, refüj süslemeleriyle sık sık uğraşmak yerine, bu imkânlarla temelden yenileme çalışmaları yapmak ve yaptırmak; hiç olmazsa her muhitte örnek teşkil edecek bazı düzenlemelerde bulunmak.
Diyeceksiniz ki, peki şu “Kentsel Dönüşüm Projesi” çalışmaları...
Kusura bakılmasın, ama bu hususta burun direğini kıran kötü kokuları midemiz kaldırmadığı için, o konuya şimdilik hiç girmiyoruz ve giremiyoruz...
GÜNÜN TARİHİ: 17 Ağustos 1988
Evren’in meslektaşı Ziyaülhak
Pakistan’ın darbeci Devlet Başkanı Ziyaülhak, bindiği uçağa yerleştirilmiş olan bombanın infilâk ettirilmesi sonucu öldü: 17 Ağustos 1988.
Şahsî hayatı itibariyle dindar bir general olan Ziyaülhak, 1977’de başında bulunduğu askerî cunta ile darbe yapmış ve meşrû Başbakan Zülfikâr Ali Butto’yu devirmişti.
Bilâhare Butto’yu idam ettiren Ziyaülhak’ın kendisi, darbenin 10. senesinde daha beter bir âkıbetle bu fâni âlemden göçüp gitti.
Asıl büyük hesaplaşma, Mahkeme-i Kübrâ’da olacak.
Ne var ki, bu dünyada dahi ona rahmet okuyanların sayısı günden güne azalıyor. Hatta, rahmetlerin yerini gitgide lânetler alıyor. Tıpkı, diğer darbeci kanlı zalimler gibi...
Bu vesile ile iki önemli noktayı daha nazara verelim.
Birincisi: Darbeci Devlet Başkanı iken Türkiye’ye yaptığı ziyaret esnasında onu ağırlayıp uğurlayan kişi, aynı klastan bir darbecibaşı olan Kenan Evren idi. Evren Paşa, hep “Kardeşim” diye hitap etti ve ona çokça iltifatlarda bulundu. Çünkü, hemen her yönüyle aynı meslekten, aynı meşrepten kimseler idi.
İkincisi: Zâlimâne bir darbe ile devrilen Butto’ya, o tarihte sadece demokrasiye değer veren gerçek demokratlar sahip çıkarak savundu. Millî Görüş çizgisindeki yazar, düşünür ve siyasiler, o dönemde ne darbecileri doğru dürüst eleştirdi, ne de Butto’nun idam edilmesi karşısında tutarlı, yürekli bir davranış sergiledi. Bu davranışın en önemli sebebi, darbeci Ziyaülhak’kın Başbakan Butto’ya nazaran zâhiren “daha dindar” olarak görünmesiydi. Bizdeki bu kesimin yazar ve düşünürleri, bu noktada henüz özeleştiri yapmış değil maalesef...
***
@salihoglulatif:
Asıl önemli ve öncelikli olan, “istikamet”in doğruluğudur. Bundan emin isen eğer, o yolda emin adımlarla yürü. Yok, istikametin doğruluğundan emin değil isen eğer, bu durumda zâhiren "emin tipler" olarak görülenlere de güvenme.