Acaba Kürtler demokrasiyi keşfetti mi? Daha doğrusu, yüz sene evvel “meşrûtiyet” denilen demokrasiyi benimsediler mi? Yahut içlerine tam sindirebildiler mi?
Bir başka ifade ile “vahşet ve keşmekeşliği netice veren” kan ve şiddet metodundan vazgeçip meşrû hak ve taleplerini demokrasi zemininde ifade etme yoluna girdiler mi? Bu yolu, geri dönülmez şekilde tercih etmeye başladılar mı? Mecburî istikametin hukuk, hürriyet ve demokrasiyi tahkim etmek olduğuna tam kanaat getirdiler mi?
Bu mühim soruların cevabını yakın ve orta vâdede bulabileceğimizi ümit ederek, konuyu geniş bir perspektiften bakarak ele almaya çalışalım.
Yüz sene önceki suâl-cevap
Hayâlen, bundan bir asır öncesine gidiyoruz. Bediüzzaman Said Nursî’yi vazife başında görüp sözlerini can kulağıyla dinliyoruz.
Üstad Bediüzzaman, bundan yüz sene kadar evvel İstanbul’dan hareketle Şarkî Anadolu, Kürdistan coğrafyası ve Arabistan yarımadasına doğru uzunca bir seyahate çıktı.
Münâzarât isimli eserinde, kendi tâbiriyle “Dağ ve sahrâyı bir medrese ederek meşrûtiyeti ders verdi.” (Age, s. 19)
Hürriyet ve meşrûtiyet ağırlıklı dersler ihtiva eden bu eserinde, son derece dikkat çekici ve günümüz meselelerine de birebir ışık tutan pekçok suâl ve cevap yer alıyor.
İşte, Kürt aşiretleri arasında dolaşırken, tarif ettiği meşrûtiyete, yani demokrasiye dair kendisine tevcih edilen o muhtelif suâllerden birine vermiş olduğu cevabın kısacık bir bölümü:
Suâl: "Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?"
Cevap: “Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîrâ sizin şu vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz.”
Münâzarât’taki aynı bahsin devamında gelen ikinci bir suâl-cevap aynen aşağıdaki gibidir:
Suâl: "Biz me’yus olduk; daha ne vakit bize gelecektir?"
Cevap: “Ona çabuk gelmek istiyorsanız, işte mârifet ve fazîletten demiryolunu yapınız. Tâ ki, meşrûtiyet, medeniyet denilen şimendifer-i kemâlâta binip ve terakkiyât tohumlarını bindirerek, kısa bir zamanda mânilerden kurtulup geçerek size selâm etsin. Siz ne kadar yolu acele ile yapsanız, o da o derece acele ile gelecektir.”
Yüz senede olup bitenler
İran, Irak ve Suriye’deki Kürtlerin durumu birbirinden büyük farklılıklar arz ediyor. Her birinin durumunu ayrı ayrı ele alıp incelemek ve ona göre bir değerlendirmede bulunmak gerekiyor. Türkiye’deki Kürtlerin durumunu ise, biraz daha yakından görüp yorumlama şansına sahibiz.
Kürtler, Bediüzzaman Hazretlerinin yüz sene evvelki ders ve nasihatlerine, ne yazık ki yeterince kulak vermediler. İhmalkâr davrandılar. Bilhassa gençlik kesimi bambaşka yollara saptılar, hatta öldürücü zehir etkisi yapan ideolojilere saplandılar.
Bu uzun zaman zarfında, 1913-14’te “Neticesiz Bitlis Hadisesi” denilen Şeyh Selim Vukuatı meydana geldi. İttihatçı hükümet, bu sebeple “Aşairi İskân Kànunu”nu çıkarttırarak Kürtleri doğudan batıya tehcir etmeye zorladı. (Bunların bir kısmı hâlen Samsun, Sakarya, Manisa, Ankara ve Konya gibi vilâyetlerin muhtelif köy ve kasabalarında ikamete devam ediyor.)
* * *
Aradan on-on bir yıl kadar bir zaman geçtiğinde, bu kez Diyarbakır, Elazığ, Bingöl çevresinde kanlı Şeyh Said Hadisesi vukû buldu. 1925’te açılan bu derin yaranın kanaması halen de durmuş değil. Hadise sebebiyle idam edilen 47 maznunun mezar yeri bile henüz belli değil.
* * *
Yine aradan on küsûr yıllık bir zaman dilimi geçtikten sonra (1937), bu defa Dersim merkezli dehşet verici bir fâcia yaşandı. İnsanlık tarihinde ikinci bir örneği zor gösterilebilecek bu dehşetli yara da, ne yazık ki kanamaya devam ediyor.
Türkiye, o dönemin ayıplarıyla henüz bir hesaplaşma, yahut yüzleşme yapabilmiş değil.
* * *
Daha sonraki yıllarda da çetecilik, eşkıyalık, terör ve anarşi dalgası, Kürtlerin yaşamakta olduğu geniş coğrafyasını daimî bir gerginlik, güvensizlik ve huzursuzluk içinde bıraktı. Hele ki, son otuz yılda akıtılan kardeş kanını tarif etmeye kelimeler kifayet edemeyecek bir vahâmet arz ediyor.
* * *
Neyse ki, son iki-üç sene içinde eskiye nazaran nisbî de olsa farklı bir durum gözlemlenmeye başlandı. Kanlı çatışma, büyük ölçüde yavaşlayıp azaldı. Bunun yerini siyasî ve demokratik mücadele metodu aldı.
Bu noktada inisiyatifin kimde ve nerede olduğunu henüz bilemiyoruz. Kezâ, bundan sonra kanlı eylemlerin devam edip etmeyeceğine dair ortada kesin bir fikir ve kanaat da henüz yok. Halihazırda görünen manzara şudur: Ağırlık olarak Kürt tabanına oynayan ve ondan oy desteği alan bir siyasî hareket, Darbe Anayasasıyla konulmuş bulunan seçim barajını aşarak parlamentoya girdi.
Meclis’te orta ölçekli bir grup halinde varlığını sürdüren bu partinin, bundan böyle demokrasi yolundan bir sapma göstermeyeceği ümit ve temenni ediliyor. Esasında, bu yönde bir görüntü verdikleri için, yüzde 13’ler seviyesinde oy alabildiler.
Şayet, milletin itimadını kazanmak istiyorlarsa, suret-i kat’iyyede kan ve şiddet hareketleriyle aralarına bir mesafe koymak durumundalar.
Buna mecburdurlar. Zira, başka türlü hürriyet ve demokrasi mücadelesi olmaz. Adlî ve hukukî mânada temel insan hakları arayışı olmaz, olamaz. AB üyeliği yolunda bir ilerleme olmaz, olamaz. Vesaire...
Netice itibariyle, bugünkü HDP, hiç olmazsa kendileri açısından demokrasiden dönüşün asla düşünülmediğini, şiddet eylemlerine dönülmesinin söz konusu dahi olmadığını toplum önünde ciddî ve inandırıcı bir şekilde deklare etmesi gerekir. Aksi halde, tam güven olmaz. Zira, sabıka dosyaları alabildiğine kabarık. Biz burada, tövbe kapısının açık olduğuna bir hatırlatmada bulunuyoruz. Kürt siyasî hareketi, şayet Üstad Bediüzzaman’ın tavsiyelerine uyarak vahşet ve keşmekeşliği doğuran menfî mücadele metodunu terk edip mecburî meşrûtiyet koridoruna girerse, geleceğe dair dahi bir ümitvar olabiliriz demektir. (Not: Kemalizmin tahribatını bu bahisten hariç tutarak yazdık.)