Genel seçimlere doğru dolu-dizgin gidilen bir Türkiye’de “Kürt sorunu” diye bir sorunun olup olmadığı yönündeki tartışmalar bir kez daha gündemi işgal etmeye başladı.
Tâ 2009’dan bu yana mevcut siyasetin gündemdeki yerini koruyan, bazen alevlenip bazen sönükleşen bu meselede, anlaşılan o ki, sağlam zemine oturtulabilmiş bir ortak düşünce, bir müşterek fikir henüz teşekkül etmiş değil. Bu sebeple de, fikrî ve siyasî yalpalanmalar devam ediyor.
Adeta “Bir varmış, bir yokmuş...” masalına döndürülen bu meselede, biz de yeni şeyler söyleme ihtiyacını şimdilik duymuyoruz.
Zira, yıllar önce yazıp söylediklerimizi aşacak mahiyette ortada ciddiyet arz eden yeni bir gelişme, yeni bir izah tarzı göremiyoruz.
O halde, affınıza sığınarak biz de 22 Temmuz 2011 tarihli "’Kürt sorunu’ demenin sakıncaları” başlıklı yazımızın geniş bir özetini istifade nazarlarına yeniden takdim ediyoruz.
* * *
Gündemi işgal eden en hararetli tartışmalardan biri şudur: Türkiye'nin "Kürt sorunu" diye bir meselesi var mıdır, yok mudur?
Bu tartışmaya açıklık getirebilmek için, konuya geniş bir perspektiften bakmakta yarar var. Şöyle ki: Türkiye'nin uluslararası antlaşmalarla bağlantılı ciddî sorunları vardır. Meselâ, bunların bir kısmını aşağıdaki şekilde sıralamak mümkün.
BİR: Türkiye'nin "Kıbrıs sorunu" diye bir meselesi var. Bir ucu 1878'deki Berlin Antlaşmasına kadar gidip dayanan, omurgasını ise 1959'daki Zürih ve Londra Antlaşmalarının teşkil ettiği Kıbrıs meselesi, 1974'ten sonra yeni ve farklı bir boyut kazanarak Türkiye'nin başını ağrıtmaya devam ediyor.... Bu sorunun çözümü için, Türkiye'nin yanı sıra, ayrıca Yunanistan'ın, İngiltere'nin, Kıbrıs Rum Hükûmeti ile Kıbrıs Türk Hükûmetlerinin bir ortak noktada anlaşması gerekiyor. Bunlardan herhangi birinin tek başına karar alması veya kendi başına hareket etmesiyle, sorun çözülmüyor, mesele hallolmuyor.
İKİ: Türkiye'nin "azınlıklar sorunu" diye bir meselesi vardır. Hukukî temeli 1923'teki Lozan Antlaşmasına dayanan, bugün ise bir yandan "Ermeni sorunu", bir yandan da Patrikhane'nin konumu (ekümenik) ve Heybeliada Ruhban Okulu meselesini de içine alan çetrefilli bir sorun olarak Türkiye'nin başını ağrıtmaya devam ediyor. Gayr-ı müslim vatandaşlarımızı alâkadar eden bu sorunun hallini de tek başına yapamayız, yeni çözümler için yine mutlaka başka devletlerin iştiraki gerekiyor.
ÜÇ: Türkiye'nin yine uluslararası hukuka dayanan (Lozan, Montrö) bir "Boğazlar sorunu" vardır. Ki, bu ve benzeri daha başka konularda kendi başına hareket edecek durumda değiliz. Zira, kendi başına hareket, bir savaş sebebi olur. Örnekler çoğaltılabilir.
Tanımlama doğru olmalı
Yukarıdaki örnekler, Türkiye'nin hem iç, hem de dış sorunları mahiyetini taşıyor. Dış bağlantılar ve ecnebi müdahalesi sebebiyle, Türkiye kendi başına ve sadece kendi imkânlarıyla bu sorunların üstesinden gelemiyor, yaşanan sıkıntıları gideremiyor.
Soru: Acaba, galat–ı meşhûr haline gelen şu "Kürt sorunu" yukarıdaki örneklerden hangisine benziyor? Hangisiyle bir benzerlik arz ediyor?
Cevap: Hiç biriyle... Zira, Türkiye'nin dahil olduğu uluslararası hukuka dayalı antlaşmaların hiç birinde "Kürt sorunu" diye bir madde yoktur.
Bugün itibariyle daha ziyade Türkiye'nin başını ağrıtan "terör sorunu" ise, aslında umumî kabul görmüş tanımıyla "dünyanın sorunu"dur. Yani, küresel bir belâdır. Global bir musibettir. Bazen de karanlık menfaat odakları tarafından kullanılan çok tehlikeli bir silâhtır. Ve bu silâh, bazen döner sahibini vurur.
İşte, dünyanın başına belâ olma potansiyeline sahip bulunan (El–Kaide gibi) bu "terör sorunu"nu sen tutup doğrudan Kürtlerle irtibatlandırır ve bunun adını da "Kürt sorunu" diye lanse edersen, işin içinden çıkamaz bir hale gelirsin.
Zira, terör lobisi, Kürtlerin sıkıntısını gidermeyi değil, Türkiye'yi zaafa uğratmayı hedef almıştır. Dillerine doladıkları Kürtlerin sıkıntıları ise, onlar için sadece ve sadece bir malzeme, bir istismar konusu ve bir besin kaynağıdır. Örgüte militan devşirmek için, bundan daha etkili bir saha şimdilik yoktur.
Ama, şuna emin olmalıyız ki, Türkiye'yi hedef seçen terörizm, eğer istismar edeceği bir "Kürt sorunu" bulamasaydı, yine de durmaz gider bir "Alevî sorunu" veya bir başka sorunu icad eder ve Türkiye'yi zaafa uğratmaya devam ederdi.
Yine de "rejimin sakatlıkları"yla mücadele edilmesin demiyoruz. Hukuk ve demokrasi içinde kalarak, kimsenin hürriyetine dokunmadan ve mâsum kanı dökmeden, rejimin ırkçılıktan, zorbalıktan ve daha bir dizi faşizan uygulamalardan beslenen yönleriyle topyekûn mücadele edelim.
Zaten, doksan yıldır millet olarak çekmiş olduğumuz bütün sıkıntıların ve bilhassa iç sorunların temel kaynağı da burada yatıyor. Biz bir hiç uğruna birbirimizi kırmak yerine, mütemadiyen zehir fışkırtan bu kaynağı kurutmaya çalışalım.
Böyle yapmayıp silâh ve şiddete başvuranlar, gerçekte o zehir üreten kaynakla mücadele etmiyor, belki ona vargücüyle hizmet ediyor.
Evet, Türkçülüğe kızarak, ona mukabil tutup Kürtçülük yapmak, o öldürücü zehir tâcirlerine doğrudan hizmet etmektir.
..................................
NOT: Devamı internet sayfamızda: http://www.yeniasya.com.tr/m-latif-salihoglu/kurt-sorunu-demenin-sakincalari_202711