Başkasına nasihat etmek kolay. Başkasının yapacağı, yahut yapması gerekli işler hakkında ahkâm kesmek de kolay.
Kezâ, muhalif tarafa karşı cephe bir mücadelesi içine girmek, hem kolay, hem gayet zevkli bir iş, meşguliyet.
İşin en zor ve nefse en ağır geleni ise, kişinin kendisiyle uğraşmasıdır. Öncelikle, aslî vazifelerine dikkat etmesi, sorumlu olduğu işleri bihakkın yapmaya gayret etmesidir.
Bu, aslında kişinin “Âlem-i asgàrında mükellef olduğu cihad-ı ekber”dir. Yani, meşhûr Bedir Harbi’nden sonra, Fahr-ı Âlem’in (asm) dikkat çekmiş olduğu o büyük cihad...
* * *
Bu zamanın tuhaf bir hastalığı, dar dairedeki pek mühim işleri geri plâna iterek, kafayı geniş dünya hadiselerine takmaktır. Bir başka ifade ile, kişinin üzerine farz olan vazifeleri küçümseyip ihmal ederek, geniş ummanlara dalması ve ileriye doğru kulaç ata ata tıknefes olup nihayet boğulmasıdır.
Burada kast ettiğimiz boğulmalara, yahut boğucu hallere düşenlerin elim vaziyetini tarif eden Üstad Bediüzzaman, şu veciz ifadelerle bizleri ikaz ediyor: “Bu zamanda ciddî alâkadarâne küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve mânevî pekçok zararları vardır: Ya aklını dağıtır, mânevî bir dîvâne olur; ya kalbini dağıtır, mânevî bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır, mânevî bir ecnebî olur.” (Hizmet Rehberi, s. 260)
* * *
İnsanın, dünyada ve kâinatta cereyan eden her hadise ile bir şekilde alâkadarlığı vardır. Fakat, bu alâkadarlığın sıralama ve derecelendirme şekli fevkalâde önemlidir. Sıralamada yapılacak bir değişiklik, kişiyi yukarıda ifade edildiği gibi, divaneliğe, hatta helâke kadar götürebiliyor.
Tehlikelerden emin olabilmek için, bilhassa “Meyve’nin Dördüncü Meselesi”nde gayet veciz şekilde izah edildiği gibi, ehemmiyet sıralaması “dar daire”den başlıyor: Kalp ve beden dairesi, hane dairesi, mahalle-şehir dairesi, vesaire...
Küçüklük ve büyüklük bu noktada “ters orantılı” halinde. Yani, daire küçüldükçe vazife ile mesuliyet derecesi büyümekte; daire büyüdükçe, görev ve sorumluluk derecesi azalmakta, küçülmekte.
* * *
Tehlike arz eden bir başka nokta da şudur: Geniş daireli afakî konulara dalıp giden, aklını-fikrini geniş dairelerde yoran bazı kimseler, zamanla "Kalp ve beden dairesi”ne kâinatı sığdıran îmânî dersleri bile küçümsemeye başlıyorlar.
Meselâ, Nur Külliyatı ile yapılan bu meyandaki bir muazzam hizmeti “dört duvar arasında hapsedilmiş” gibi görüp göstererek, kendilerinin tam da o boğucu dalgaların seyrine kaptırıyorlar. Doğrusu, gaflet deryasına dalarak kendilerine yazık ediyorlar.
Zira, en dar daireden başlayarak herkese imanî dersler veren Nur Külliyâtı, hakikatte bir bahçe misâlidir; her bünyeye uygun çeşit çeşit nûrânî meyveler verir. Bir mektep, bir medrese gibidir; her mizaca, her zekâvete hitab edecek kelâmı bahşeder. Bir eczahane, bir şifâhanedir; her nabza uygun ilâcı, şerbeti sunar.
Hülâsa, ilimlerin harmanıdır, duyguların dermanıdır, bir tefekkür ummanıdır, okunan ve mütalâa edilen Nur Külliyâtı...
Kâinata sığmayan Cenâb-ı Hakk’ı insanın kalbine sığdıran bu hakikatli eserleri bol bol okuyarak “küçük dairede büyük cihad”ı inşaallah âhir ömre kadar sürdürebilmek duâ ve niyâzıyla...
GÜNÜN TARİHİ / 25 Şubat 1925
Muhalefet, ihanetle suçlandı
Savaş yıllarında çıkartılmış olan “Hıyanet-i Vataniye Kànunu”nda 25 Şubat 1925 tarihi itibariyle bir değişiklik yapıldı.
Meclis’te kabul edilen bu değişikliğe göre, bu tarihten itibaren “Dinin siyasete âlet edilmesi” de vatana hıyanet suçu sayıldı.
Bu tarz bir kànun değişikliğine gidilmesinin asıl sebebi şudur: 17 Kasım 1924’te, TC tarihinin ilk muhalefet partisi kuruldu. Kurucu heyeti ve lider kadrosu içinde Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar’ın da bulunduğu bu partinin ismi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) idi.
TCF’nin anamuhalefet partisi olarak Meclis’te yer alması ve kısa sürede kitlelerin teveccühüne mazhar olması, iktidardaki jakobenleri fenâ halde ürküttü.
Halkçılar, hiç vakit kaybetmeden tam bir komitacılık ruhuyla birtakım dümenler çevirmeye başladılar.
Önce, İstanbul merkezli muhalif gazetelere baskınlar düzenleyerek medyaya gözdağı verdiler. Önemli tutuklamalar ve kapatılmalara şahit olundu.
Hemen ardından, TCF’nin merkezine ve parti liderlerinin evlerine, işyerlerine huşûnetli baskınlar yapıldı. Aynı baskı ve yıldırma çabaları, ülke geneline yayılmaya ve muhalefetin sesi büsbütün susturulmaya çalışıldı.
* * *
Haftalarca sürdürülen keyfî ve cebrî uygulamalar için hazırlanan kılıf ve gösterilen bahane ise, 11 Şubat’ta patlak veren Şeyh Said Hadisesi idi.
Nitekim “Hıyanet-i Vataniye Kànunu” üzerinde değişikliğin yapıldığı aynı gün Doğu Vilayetlerinde Sıkıyönetim ilân edildi.
Yani, medya (matbuat) ve siyaset âleminde zuhûr eden muhalefet hareketleri ile Şeyh Said Hadisesi arasında doğrudan bir irtibat kurulmaya ve devlet kuvvetiyle tamamının sesi-soluğu kesilmeye çalışıldı.
Oysa, TCF kadroları, yeni devletin kurulması için yıllardır canla-başla hizmet etmiş, gazi olmuş ve İstiklâl Madalyasını kazanmış millî kahramanlardı.
Ne var ki, diktatöryal siyasetin jakobenleri, gözlerini büsbütün karartmışlar ve muhalif kanadı siyaset sahnesinden silmeyi kafaya koymuşlardı.
Bu yöndeki sindirme hareketi haftalarca, hatta aylarca devam edip gitti. Nihayet, 5 Haziran 1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı ve muhalefetin sesi susturulmuş oldu.
***
@salihoglulatif: UHUVVET DERSİ
Mü'min, iman kardeşinin fenâlığına karşı onu terk etmez. Belki, ona acır ve lütûfla ıslâhına çalışır. Yoksa, işin içine ENE'sini karıştırmış olur,