12 Eylül Darbesinin 7. senesinde “yasaklı siyasetçiler”le ilgili olarak, Türkiye yeni bir gelişmeye sahne oldu.
1982 Anayasası'nın Geçici 4. Maddesi ile getirtilen “5 ve 10 yıllık siyasî yasaklar”ın kalkıp kalkmaması konusunda 6 Eylül 1987’de bir referandum düzenlendi.
Başbakan Özal ve başında bulunduğu 12 Eylül ürünü ANAP, bütün kuvvetiyle yasakların devam etmesi yönünde siyasî bir kampanya yürüttü. Referandum, adeta “bıçak sırtında” bir tabloyu netice verdi.
“Hayır! Yasaklar devam etsin” diyenler yüzde 49.84’te kalırken, “Evet, yasaklar kalksın” diyenler ise, zar-zor yüzde % 50.16’yı buldu.
Referanduma katılım oranında da adeta bir rekor yaşandı: % 95.5.
Böylelikle, ülkemizin güzel insanları adeta ortadan ikiye bölünmüş oldu. Dost, ahbap ve akrabalardan, birbirine karşı kırıcı söz ve davranışta bulunanların haddi hesabı yoktu.
* * *
Bu arada tuhaf bir gelişme daha yaşandı. Başbakan Özal, 6 Eylül akşamı, henüz referandumun sonuçları bile kesinleşmeden, çıkıp canlı yayında şöyle sürpriz bir açıklamada bulundu: “Üç aya bile varmadan, yani 29 Kasım 1987 tarihi itibariyle erken seçime gidiyoruz.”
Darbe korkusu ve “tek adam” siyaseti o günlerin Türkiye’sine hâkim olduğu için, kimsenin çıkıp bu “baskın seçim” kararına karşı çıkma şansı, imkânı yoktu.
Özal’ın hesabı ise şuydu: Referandumda “Yasakların kalkmasına hayır” şeklindeki kendi tezini savunan veya tarafını tutan yüzde 50 civarındaki büyük kitlenin oyunu hemen konsolide oylar haline dönüştürmek ve üç ay sonraki seçimlerde de bu oyları partisi olan ANAP’a tahvil etmek. (Tıpkı, Erdoğan’ın 2010 referandumunda yaptığı gibi.)
Özal, bununla da yetinmeyip seçim kànununu radikal şekilde değiştirdi. Yüzde 10’luk genel baraj dışında, ayrıca yüzde 20-25’lere tekabül eden “bölge barajı” sistemini devreye soktu.
Kampanya boyunca da “Diğer partiler, eski kafadır; onlar gelirse, anarşi yeniden hortlar” tehdidi ile hem seçmen kitleye korku pompaladı, hem siyasî rakiplerini adeta yerden yere vuran oldukça sert bir politika izledi. Üstelik, Başbakan sıfatıyla, devletin tüm imkânlarını da kullanaraktan...
Bütün bu curcuna ve gerilimli kargaşa içinde, 450 sandalye için 29 Kasım 1987’de yapılan genel seçimlerin sonuç tablosu aşağıdaki şekilde kesinleşti:
ANAP; T. Özal : % 36,3 ile 292 mv.
SODEP; E. İnönü : % 24,7 ile 99 mv.
DYP; S. Demirel: % 19,1 ile 59 mv.
DSP; B. Ecevit : % 8,5 ile 0 mv.
RP; N. Erbakan : % 7,16 ile 0 mv.
MÇP; A. Türkeş : % 2,92 ile 0 mv.
Bu “kaptı-kaçtı seçim sistemi”ne göre, oyların sadece 1/3’ünü alan Özal, Meclis’teki sandalyelerin ise 3/2’sini almış bulundu.
Bütün bu tuhaflıklara rağmen, bugün bile çıkıp hâlâ “Özal gibi adam yoktu; tam demokrat adamdı canım” diyen çok sayıda kimseye rastlarsınız ki, bu durum, cidden Türkiye’de gelinen “demokratlık seviyesi” hakkında fikir veren çarpıcı bir gösterge mahiyetini taşıyor.
28 Şubat’ın zulüm atmosferi
11 Ocak 1999’da Başbakanlık makamına gelen Bülent Ecevit, “28 Şubat kıyımları” diye tarihe geçen zalimâne politikaların ateşini körükledi.
18 Nisan’da yapılan genel seçimlere de aynı yöndeki körüklemelerle gidildi.
Onun başında bulunduğu DSP, yüzde 22 oy oranıyla seçimden birinci parti olarak çıktı.
Başörtülü olarak Meclis’e giren FP milletvekili Merve Kavakçı için, kürsüden söylemiş olduğu şu tehditkâr sözler, demokrasi tarihimize bir kara leke olarak geçti: “Lütfen bu hanıma haddini bildirin! Burası devlete meydan okuyacak yer değildir!”
Düşünebiliyor musunuz: Milletin reyleriyle Millet Meclisine gelmiş olan bir hanım milletvekiline, bir siyasetçi, o meclisin kürsüsüne çıkıp devlet adına “millî irade”ye meydan okuma cür’etini gösteriyor.
İşte, bu durum bile tek başına o günlerin ufûnetli siyasî atmosferini yansıtmada yeterli bir gösterge sayılır.
Baskı ve zorbalığın 17 Ağustos Depreminden sonra kırılmaya uğraması ve günden güne zayıflaması sonucu eriyen liste başındaki Ecevit’in yüzde 22’lik partisi DSP, 2002 seçimlerinde tepetaklak olup yüzde 1’e indi.
Bu dramatik dalgalanma açıkça gösteriyor ve ispat ediyor ki, “28 Şubat” korkusunun kol gezdiği 1999 seçimleri, hür zeminde ve demokratik bir atmosferde cereyan etmiş değildir.
(Devamı var)
* * *
@salihoglulatif: Biz bu dünyaya sadece ve sadece Allah'a boyun eğmek ve O’nun huzurunda secdeye kapanmak için geldik; başkaca hiçbir fâniye serfürû edip boyun eğmeye mecbur değiliz.
* * *
BEDİÜZZAMAN (DHÖ, 23):
Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir.
Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmeden, padişah da olsa hayduttur.
* * *
"İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrûtiyet, adâlet ve şeriattır."Padişah da buna göre HALİFE ya da HAYDUT olur.