Kastamonu Taşköprü’den bir arkadaşla birlikte, 1992 yazında İnebolu’yu ziyaret ettik. Orada, hemen doğruca İbrahim Fakazlı’nın işyerine gittik. Lâhika mektuplarında, ondan “Küçük İbrahim” diye söz edilir.
Üstad Bediüzzaman’ın has talebelerinden ve hapishane arkadaşlarından olan Fakazlı Ağabeyle (1912-2003) uzun bir sohbetimiz oldu.
Arşivinden, Eski Said dönemine ait orijinal eserleri çıkarıp gösterdi. İstanbul’un işgali günlerinde gizli basılan “Hutûvât-ı Sitte” broşürünü görünce hayran kaldık. Çok temiz ve kaliteli bir nüshaydı.
Bir ara söz döndü dolaştı, konu “Sırr-ı İnnâ A’taynâ”ya geldi. Bu meseleye dair bize şunları söyledi: “Bir ismi Kevser Risâlesi olan bu eser mahremdir. Muhtelif tarihlere ait üç ayrı nüshası var. Tıpatıp aynı değiller. Esasta bir farklılıkları yok. Teferruat bilgilerde bazı ilâveler var. Bunların hepsini okudum. Üstadımız, has talebelerinin bu eseri okumalarına müsaade ediyordu. Fakat, diğer risâleler tarzında bunun tab’edilmesine müsaade etmedi, böyle bir şeye hiç razı olmadı. Ben bu hadisenin bizzat şahidiyim. Bilhassa bu “Sırr-ı İnnâ A’tayna”yı diğer bütün risâlelerden farklı tutuyordu; yani, matbu şekilde neşrini istemiyordu. İsteyen, hususî olarak temin edip okuyabilir.”
Şimdiye kadar olan araştırmalarımızda, biz de bu eserin “matbu şekilde” şu veya bu tarihte neşredilebileceğine dair herhangi bir kayda rastlamış değiliz. Aksine, “Bu sırr-ı mahremi fâş etmeyin” şeklinde tenbih ve tavsiyelerle karşılaşıyoruz.
* * *
Şimdi de, hem vâki hem muhtemel suâllere cevap teşkil edecek bazı hususlara kısa bölümler halinde değinmeye çalışalım.
Perde yırtıldı
“Sırr-ı İnnâ A’taynâ”nın matbu şekilde neşredilmesiyle, bu risâle üzerindeki mahremiyet perdesi de bir ölçüde kalkmış veya yırtılmış oldu.
Bu noktada yapacak fazla bir şey olmadığı gibi, kimsenin niyetini sorgulayacak, yahut hesaba çekecek halimiz de yok. Bilvesile, kendi doğrularımızı ifade etmeye çalışıyoruz.
Esasen, bizim dışımızda, daha doğrusu bilgimiz, irademiz ve istişaremiz dışında gelişen bir durum.
Ayrıca, bu durumun beraberinde müsbet-menfi neler getireceğini de bilemiyoruz. Söz konusu neşriyatı yapanlar, bunun hesabını da yapmış olmalılar diye düşünüyoruz.
Ama, biz her şeye rağmen “İnşaallah zararlı, sakıncalı bir gelişme olmaz; neticesi hayrolur” diye duâ edelim yine de.
Mâlûm “Koruma Kànunu”
“Sırr-ı İnnâ A’taynâ”yı matbu olarak neşretmenin 5816 sayılı Koruma Kànunuyla da doğrudan bir bağlantısı olmasa gerek.
Zira, bu risâle, o mahut kànundan evvel telif edilmiş olup mahrem tutulmasının asıl gerekçesi başkadır.
Buna rağmen, zamanla lastikli hale getirilen Koruma Kànununun duvarına çarpması yine de ihtimal dahilinde.
Ama, bu kànunu savunanlar, harekete geçip bu meselenin tartışma gündemine taşınmasını göze alabilirler mi? Burası meçhûl ve şimdilik zayıf bir ihtimal olarak görünüyor. Tıpkı, benzer muhtevadaki Beşinci Şuâ’yı tartışmaktan çekindikleri gibi.
Bu noktada müzakere edilebilecek husus şu olabilir: Böylesine mahrem olan bir risâleyi neşretmek, acaba “Sırrân tenevveret” düstûruna uyar mı, uymaz mı?
Yani, önemli olan prensip meselesidir. Yoksa, korku denen duygunun Bediüzzaman’la ve Risâle-i Nur hizmetiyle uzaktan yakından bir alâkası yoktur.
Beşinci Şuâ ile kıyaslama
“Sırr-ı İnnâ A’tayna”nın neşredilmesi hadisesini, bir zamanlar mahrem tutulan ve bilâhare mahkemeye intikal ettikten sonra neşrine izin verilen Beşinci Şuâ isimli risâlenin mâcerasıyla kıyaslamak mümkün mü?
Bu suâlin cevabına, doğrudan Üstad Bediüzzaman’ın şu ifadeleriyle başlayalım: “Beşinci Şuâ, iki sene Denizli ve Ankara mahkemelerinin ellerinde kalıp sonra ...Siracünnur ismindeki büyük mecmuanın âhirinde yazılmış. Gerçi, evvelce mahrem tutuyorduk. Fakat, madem mahkemeler onu teşhir edip beraatle bize iade ettiler. Demek bir zararı yoktur diye teksirine izin verdim.” (Şuâlar, s. 391)
Mâlûm, “Avamın ve ehl-i ilmin imanını kurtarıp muhafaza eden” Beşinci Şuâ, âhirzamanda gelip ümmeti fesada verecek olan dehşetli şahısların—isim vermeden—mahiyetlerini izâh edip bildiriyor. Bu risâledeki izahât, o derece sarihtir ki, tereddütlere dahi mahal bırakmıyor.
“Sırr-ı İnnâ A’tayna”da ise, “mahiyet”ten ziyade, o dehşetli şahısların “âkıbet”leri ve ebedî “şekàvet”lerinden bahsediyor. Günahlarının derecesini ve Cehennemdeki mertebelerini—şüphesiz Kur’ân’ın işaretine istinaden—ilm-i cifir ve ebced hesabıyla tahlil ediyor.
Öyle ki, şahıs isimleri tek tek ve gayet açık şekilde zikrediliyor. Dahası, taşıdıkları vasıflar itibariyle onlardan “menhus, münkir, müstebid, zındık, komitacı, mason, Yahudi, Deccal, Süfyan...” tâbirleriyle söz ediliyor. Bu ise, “mahiyetleri”yle birlikte, belki daha ziyade “akıbetleri”ne dikkat nazarlarını çekmektir.
Buradaki teviller, Kevser Suresindeki âyetlerin işaretine istinaden yapıldığı için, ehl-i imandan olan sair kimselerin de red ve itiraz etmemesi lâzım. Kabul edip etmemek ise, ayrı mesele...
Dolayısıyla, eserin mâna ve mahiyetinin derkinde bir sıkıntı olmasa gerek. Tartışma veya müzakere noktası ise, bu eseri neşretme ve okuyucuya takdim etme şekli, biçimi, tarzı itibariyle olabilir.
(Devamı var)
***
@salihoglulatif: Beşinci Şuâ ve sâir risâleler, dehşetli âhirzaman şahıslarının mahiyetini tereddüt bırakmayacak derecede izah edip bildiriyor.