Aynı konuya, daha evvel de değişik sebeplerle birkaç kez temas ettik; şimdi tekraren değinmemizin sebebi şu: Geniş ve dinamik bir okuyucu kitlesine hitap eden aylık Derin Tarih dergisi, Ocak 2016 sayısıyla birlikte okuyucularına derginin eki olarak Üstad Bediüzzaman’a ait “Sırr-ı İnnâ A’taynâ Risâlesi”ni hediye etti.
Aynı risâle—müellifinin izni-rızâsı olmadığı halde—geçmiş yıllarda başkaları tarafından da neşredilerek piyasaya sürülmüştü.
Ne var ki, bu kez durum biraz daha farklı görünüyor: Bu mahrem eserin hem çokça reklâm ve duyurusu yapıldı, hem çok sayıda basılarak çok daha geniş bir sahada dağıtımı gerçekleştirilmiş oldu. Her taraftan bize intikal eden konuyla ilgili suâllerden de bu kanaate varmak ve aynı neticeyi çıkarmak mümkün.
* * *
Derin Tarih dergisinde, aynı konuyla bağlantılı olarak (Mustafa Armağan imzasıyla) hacimli bir yazı yer alıyor. İstifadeye medar bir yazı...
Hediye olarak verilen 80 sayfadan müteşekkil “Sırr-ı İnnâ A’taynâ” isimli kitapçığın baş kısmına ise, yine aynı muhtevada bir “Önsöz” derc edilmiş.
Kitapçığın son bölümünde “Sırr-ı İnnâ A’taynâ”nın elyazması orijinal Osmanlıca sayfaları yer alıyor. İlk bölümünde ise, bu risâleden bahseden lâhika mektuplarından bazı iktibaslar yapılmış.
Netice itibariyle, ortada emek mahsûlü bir çalışma var. Teknik yönden olduğu kadar, muhtevayı olduğu gibi yansıtma cihetinde de herhangi bir problem görünmüyor.
Fakat, aynı şeyi bu “mahrem eser”i neşretme usûlü, iradesi ve müellifin iznine-ruhsatına uyup uyulmadığı noktası için söylemek kolay değil.
Bu meselede bize düşen vazife, işin bu tarafına da bakmak ve müdellel şekilde baktırmaktır.
Külliyattaki yeri ve önemi
“Sırr-ı İnnâ A’taynâ”nın bir diğer ismi, Kevser Sûresinden mülhemen “Kevser Risâlesi”dir.
Bu risâle, Nur Külliyatı içindeki yeri ve makamı, Mektûbât isimli eserin Yirmi Dokuzuncu Mektubu ve “Dokuz Kısım”dan ibaret olan bu mektubun “Sekizinci Kısmı”dır.
Bu kısmın genel ismi "Rumuzât-ı Semâniye Risâlesi" ve bir ismi de "Hurûfât-ı Kur'âniye Risâlesi" olup, yekûnu “Sekiz Remiz”den ibarettir.
Eserin makamı olan yerde şu kısa izahat var: "Sekizinci Kısım Olan Rumûzât-ı Semâniye: Sekiz Remizdir. Yani, sekiz küçük risâledir. Şu Remizlerin esâsı, ilm-i cifrin mühim bir düstûru ve ulûm-u hafiyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrâr-ı gaybiye-i Kur’âniye'nin mühim bir miftâhı olan tevâfuktur. İleride başka bir mecmuada neşredileceğinden, buraya derc edilmedi." (Mektûbât, s. 427)
“O sırr-ı mahremi fâş etmeyin!”
Söz konusu “mahrem risâle” uzun zamandır bizim elimizde de var; arşivlerimizde—ufak tefek farklılıklar arzeden—birkaç nüshası mevcut.
Fakat, biz hiçbir zaman bunu matbu olarak neşretme cihetine gitmedik. Zirâ, bu tarz bir neşriyatta bulunmaya müellif-i muhterem Üstad Bediüzzaman’ın emir ve müsaadeleri yok. Sırf, o sebeple...
Başkası ne yaparsa yapsın, nasıl düşünürse düşünsün, biz onun izin ve ruhsatını dikkate almaya ve ona göre hareket etmeye kendimizi mecbur ve mükellef biliyoruz.
Nitekim, bu mânâya gelen ifadelerin bir kısmı, aynı hediye kitapçığın iktibaslar bölümünde de geçiyor. Meselâ şu ifade: “...Sırr-ı İnnâ A’taynâ’yı herkes birden anlamaz. Hem, şahsî isimleri böyle mesâil-i ilmiyeye girmemek lâzım olduğundan, o risâle hatta on üç seneden beri elime geçmediğinde isabet var; kardeşlerim dahi onu merak etmesinler.” (Emirdağ Lâhikası, s. 182. YAN)
Kastamonu Lâhikasından iktibas edilen bir başka mektupta ise şu ifadeler var: “...Sırr-ı İnnâ A’taynâ’nın remziyle, on üç, on dört sene sonra, ‘Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müthiş tokat yiyecekler’ deyip...” (Age, s. 166)
Burada üstü kapalı şekilde sözü edilen “Dinsizliği, zındıklığı neşreden” şahısların isimleri, bahis konusu olan mahrem Kevser Risâlesinde açıkça zikrediliyor. Yani, şahıs isimleri perdesiz şekilde veriliyor.
İşte, eser, bilhassa bu sebeple mahrem ve hususî tutuluyor.
Esasında, bir üst iktibasta, bunun gerekçesi de ifade ediliyor, “Şahsî isimler, böyle mesâil-i ilmiyeye girmemek lâzım” deniliyor.
Risâle-i Nur ise, baştan sona “mesâil-i ilmiye” olup, hem mahkemelik olup müdafaası yapılmış, hem bilirkişi (ehl-i vukûf) raporlarıyla teyid edilerek umumî kabule mazhar olmuş, hem de hapis ve sürgünlerle bedelleri ödenerek umum beşere takdim edilen dâvânın sağlaması yapılmış.
“Sırr-ı İnnâ A’taynâ Risâlesi” ise, burada bir istisna teşkil ediyor: Ne basılmış, ne mahkemelik olmuş, ne hakkında bilirkişi raporu var, vesâire...
İşte, bu ve benzeri gerekçelerle, söz konusu eser baştan sona mahrem ve hususî tutulmuş, matbu hale getirilerek, içindeki sırrın umuma fâş edilmesine sûret-i kat’iyyede izin, ruhsat verilmemiş.
Aynen, “Sırr-ı İnnâ A’taynâ”ya dair bir fıkranın hemen arkasından gelen Üstad’ın şu tek paragraflık mektubunda ifade edildiği gibi:
“Aziz kardeşlerim!
“Sakın bu fıkranın vasıtasıyla, o sırr-ı mahremi fâş etmeyin ve o risâleyi de araştırmayın. Yalnız bu fıkrayı zararsız görseniz haslara gösterebilirsiniz.” (Kastamonu Lâhikası, s. 59)
Yarın: Meselenin bizzat şahitlerinden duyup öğrendiklerim...