—Dünden devam—
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyelerinden Selim Deringil’in “İktidarın Sembolleri ve İdeoloji” isimli kitabında yer alan Bediüzzaman Said Nursî ile ilgili fâhiş hataları düzeltmeye bugün de devam ediyoruz.
Adı geçen eserin 125. sayfasında, yine doğrudan referans aldıkları Şerif Mardin’in Said Nursî ile ilgili kitabından “kurgulanarak” takdim ettikleri bölümde ibret-i âlem aşağıdaki cümleler yer alıyor:
“Kısa boylu sırım gibi olan adam, tıpkı pencereden kazara girmiş küçük bir av kuşu gibi Yıldız Sarayının Kabul Salonunda son derece tuhaf görünüyordu.
“Padişah Hazretleri, dağ Kürtleri giysileri içindeki bu ufak tefek adamı kuşkulu gözlerle süzdü. Huzuruna çıkmış bu genç adamın, hatırı sayılır sayıda müride sahip bir şeyh, yüreğinde derin bir sevda olan, Anadolu’daki İslâmî mobilizasyon için potansiyel bir değer olduğu söylenmişti. Gene de bu adamın tavırlarında özellikle de Halife-i Ru-yi Zeminin dosdoğru gözlerine baktığında, onu rahatsız eden bir şeyler vardı.
“Bitlis’ten Şeyh Said-i Nursî olarak tanıtılan adam kendisine teklifsiz bir şekilde ‘sen’ diye hitap edip sözlerini sürdürdüğünde, padişahın tedirginliği bir şoka dönüşecekti: ‘Sen pasif bir halife oldun. Anadolu mektep için kan ağlıyor. Van, Ermenilere kusursuz eğitim sağlayan misyonerlerin istilâsı altında. Van Gölünün kıyısına neden bir Kürt darülfünunu kurulmasın ki?’ Açıkçası, adam delirmiş olmalıydı. Mabeynciler, derhal onu derdest edip huzur-u şahaneden çıkardılar.
“Onu takdim eden ilerigelen, defalarca af diledi ve genç Kürdün aklından zoru olması gerektiğine işaret etti. Gene de, o gece, günün heyecanı söndüğünde, padişah sahneyi teemmül ettiğinde, Kürdün haklı olduğunu anladı.”
Nursî’ye Şeyh demenin sebebi
Günümüzde hemen bütün dünyanın yakından tanımaya başladığı Bediüzzaman Said Nursî’nin bir şeyh, yahut bir tarikat lideri olmadığını, etrafında hiçbir zaman mürid bulunmadığını biliyor. Kaldı ki, bu mesele daha 1935’teki Eskişehir Mahkemesinde vüzûha kavuştu.
Gerek eserlerinde ve gerekse adlî kayıtlarda onun şu ifadeleri mükerrer şekilde yer aldı:
“Efendiler! Ben şeyh değilim, hocayım.”
“Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır.”
“Mesleğimiz tarikat değil, hakikattir; tasavvuf berzahına girmeden hakikate yol açmaktır.”
“Haydi biri çıksın desin ki, Said bana tarikat dersini verdi.”
“Tarikat meyvedir; hakikat-i imaniye gıdadır.”
“Tarikatsız Cennete giden çoktur; imansız giden yoktur.”
Bu ve benzeri mahiyetteki sayısız ifadelerine rağmen, 21. asır Türkiye’sinde yine de çıkıp Said Nursî’ye şeyh demenin, onun müridlerinden söz etmenin sebebi ya kasıt, ya da cehalettir, bilgisizliktir.
Biz söz konusu kitapta bir kasıt olduğu kanaatine varamadık. O halde, bilgisizliğe dayalı bir hatalar zincirinden, bir yanlışlıklar komedyasından söz edilebilir ki, bu da akademik seviyedekiler için çok ayıp sayılacak bir durumdur.
Bu vesile ile şunu da hatırlatalım ki: Said Nursî, en şiddetli mahkemelerde bile tarikat ve tasavvuf hakikatini reddetmemek, hatta müdafaa etmekle beraber, kendi meslek ve meşrebinin, yani hizmet tarzının tarikat şeklinde olmadığını bilhassa nazara vermeye çalışmış.
* * *
Bir diğer nokta, Said Nursî’nin Yıldız Sarayında Sultan Abdülhamid ile yüzyüze görüştüğü iddiasıyla ilgili.
Şimdiye kadar bu hususa dair ciddiye alınacak herhangi bir bilgi-belge ortaya konulabilmiş değil.
Sadece “Kocaeli Tarihi” isimli bir kitapta, Said Nursî’nin 1907 yılı sonlarında İstanbul’a geldiği zaman değil, 31 Mart Vak’ası sonrasında yani 1909 Nisan’ında İstanbul’dan ayrılmaya ve Anadolu’ya geçmeye karar verdiği zaman Saray’a gidip padişahla kısa bir görüşme yaptığına dair bir bilgi yer almaktadır.
Buna göre, Üstad Bediüzzaman 1907’de Sultan Abdülhamid ile olan görüşmesi yüzyüze değil, Mâbeyn’e (Sekreterya) vermiş olduğu dilekçe vesilesiyle, yani dolaylı şekilde mümkün olmuştur.
Kezâ, Sultan’ın ona “ihsân-ı şâhâne”den bir kese altın göndermesi de, yine bilvasıta vuku bulmuştur. (Önemli Not: Bediüzzaman, bu ihsanı kesin bir tavırla reddetmiştir ki, böylesi bir tavır Osmanlı tarihinde belki de ilk ve tek örnektir.)
* * *
Gerek yukarıdaki alıntı cümlelerinde ve gerekse söz konusu kitapta aynı türden tevil götürmez daha birçok hata ve zıtlıklar var ki, tek tek bunların üzerinde ayrıca durmaya lüzum görmüyoruz.
***
@salihoglulatif: Tarikatin gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mirac-ı Ahmedînin (asm) gölgesinde ve sâyesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-i ruhanî neticesinde, zevkî, hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye mazhariyet; tarikat, tasavvuf namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.
(Bediüzzaman)