Allah’ın hemen her günü birden fazla şehit cenazeleri kaldırılıyor iken...
Kan ve gözyaşı oluk oluk akıp gidiyor iken...
İnsanlarımızın çoğu can ve mal emniyetinden hiç emin değil iken... Hapishaneler ağzına kadar dolup taşıyor iken... Adliye memurları, boylarını aşan yığın yığın dosyaların altında ezilip inliyor iken...
Keza, dost-düşman, müttefik-muarız durumdaki uzak-yakın devletler, habire yer, eksen veya blok değiştirip duruyor iken...
Altın ve döviz fiyatları bir türlü dizginlenemiyor ve istikrar bulamıyor iken... İstihdam sahası açacak olan yatırımcıların cesareti kırılmış durumda iken...
Velhasıl, bu ve benzeri mahiyetteki birçok olumsuzluk bu ülkede hükümfermâ durumda iken...
Elbette ve her halde müsbet mânada bir “siyasî istikrar”dan söz etmek, kendi kendini kandırmanın ötesinde “abesle iştigàl” olur.
Peki, bu meyanda var olan ne? Var olan şey “siyasî istikrar”değil, belki “siyasî statüko”dur.
Ve, ortaya güvenilir bir alternatif çıkıp siyaset zemininde alenen zuhûr etmeyinceye kadar, aynı “siyasî statüko”nun varlığını korumaya devam edeceği kuvvetle muhtemeldir.
Dolayısıyla, muvafık-muhalif herkesin kendini ona göre konumlandırması, hatta ikna etmesi gerekiyor. Zira, hiçbir ülke idaresiz-idarecisiz olmaz. Türkiye de öyle. Bu vatan ve milletin mutlak sûrette bir Meclis’e, bir hükûmete ihtiyacı var. Bunlarsız asla olmaz.
O halde, idareye ya beğendiğinizi getirecek, ya da beğenmediğinizle veya milletçe “lâyık olduğunuz”la yaşamaya devam edeceksiniz. Bunun başka da bir çıkar yolu yoktur.
* * *
Bu hususla ilgili olarak, şu önemli noktayı da nazara vermek lâzım:
Bir siyasî parti hüviyeti ile var olmak başka, iktidara namzet olduğunu dünya âleme ilân ve ispat edecek bir siyasî varlık göstermek başkadır.
Daha açık bir ifade ile, bir siyasî adres olduğunu göstermek başka, kitlelere dönüp “Biz iktidar partisinin alternatifiyiz” diyebilmek başkadır. Yani, “ideal olan” ile “reel olan”ı birbirine karıştırmamalı.
Keza, bunların her birinin konuşulup tartışılacağı şahısların, zamanın ve zeminin birbirinden farklı olduğu hususunu da... Zira, özellikle siyaset “alternatifiyle birlikte” konuşulup tartışılır. Alternatifin yoksa, konuşmana da gerek yok.
Buna göre, alternatif sunamayacağın, yahut alternatifi gösterip konuşturamayacağın ortamlarda çokça lâf sarfetmek yerine, dinlemeyi tercih edeceksin.
Aksi halde, boşuna çene çalmanın yanı sıra, o ortamda kırıp-kırılmaktan başka bir şey kazanamazsın.
İdeolojik partiler
Siyaset denkleminde elân görünen ve yer alan partilerin tamamı, kökü, şeceresi ve yapısı itibariyle “ideoloji ağırlıklı” partilerdir.
Kim ne derse desin, iktidardaki “Gömleksiz Millî Görüşçü” partinin siyaset damarı gibi, tarikat, şahsiyet, hatta neşriyat damarı dahi Necip Fazıl (Büyük Doğu), Eşref Edib (Sebilürreşâd), Osman Yüksel (Serdengeçti), Abdurrahim Zapsu (Ehl-i Sünnet) üzerinden, 1948’de Fevzi Paşa etrafında şekillenen ve DP’yi bölerek Meclis’te grup kuran Millet Partisine (Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Milletçiler”e) gidip dayanıyor.
Bu parti, “dinî-millî” eksenli olup, zaman zaman ayrışsa da, 1950 ve 1991’da (hatta şimdilerde de) olduğu gibi, seçimlerde veya referandumlarda zaman zaman “Kutsal İttifak” kurmayı da ihmal etmiyor.
Özetle, bu partinin çekirdek kadrosu (misyon itibariyle) Millî Görüşçü olmasına rağmen, arkasına geniş kitlelerin desteğini almayı başardığı için, görüntü (vizyon) itibariyle bir “kitle partisi” hüviyetini kazanmış.
Buna karşı, siz kitleleri kucaklayan bir alternatif, bir merkezî siyaset geliştiremediğiniz müddetçe, mevcut hatalarının üzerine bir o kadarını daha katsa, seçmen kitlesi onu yine birinci parti yapacak ve diğerlerine asla teveccüh etmeyecek.
Zira, sahadaki-meydandaki diğer partiler, büsbütün ideolojik karakterlidir. Bunlar, sırasıyla “Jakoben Kemalistler, Kemalist Türkçüler ve Laikperest Kürtçüler”dir. Sosyolojik yapıları itibariyle de bunların oy oranları çok fazla değişmediği gibi, bunlardan hiçbirinin tek başına iktidara gelebilme şansları sıfırdır.
İktidar olma potansiyeline sahip yegâne siyasî misyon, Demokrat Parti ve Adalet Partisi mahiyetindeki misyondur. Onun ihyasından ve dirilip kitlelerle yeniden buluşup kucaklaşmasından başka bir alternatif görünmüyor.
Bu sebeple, tek başına şahıslara bakan veya şahıslarla kàim görünen siyasî hareketlenmelere çok fazla itibar göstermemeli.
Son olarak “Acaba, nasıl bir çıkış olabilir?” diye meraklananlara da şu tarihî örnekleri hatırlatmakta fayda var: 1945’teki “Dörtlü Takrir” çıkışı ve 1950’de siyasî dengeleri alt-üst eden Fevzi Paşa’nın o hiç umulmadık âkıbeti.
@salihoglulatif:
DERİN TUZAK: İlk safhada 1’er-2’şerli başlayan Suriye Şehitlerinin sayısı, bugün itibariyle 10-15’erli rakamlara çıktı. Hep iki kat fazla olan yaralı oranı da hâkeza.