Sahi, başlıktaki gibi bir soru sorulsa, yani “Türkiye II. Dünya Savaşına katıldı mı?” şeklinde bir soru yöneltilse, insanlarımız acaba buna nasıl bir cevap verecek?
Yüksek ihtimalle, çoğunluk, böyle bir soruya net bir cevap veremez. Dahası, verilecek cevapların dahi muhtemelen yüzde doksanı doğru, isabetli, tutarlı olmayacak.
Zira, Türkiye, bu meselede tâ başında beri hep “ikircikli” davrandığı gibi, vatandaşlara da işin aslı, yani hadisenin içyüzü olduğu gibi anlatılmadı, yansıtılmadı.
Bu can alıcı sorunun kısa cevabı şudur: Türkiye, 23 Şubat 1945 tarihinde Meclis’te alınan bir kararla, resmî olarak veya kâğıt üstünde II. Dünya Harbine katılmayı kabul etti. Fakat, iş fiiliyata dökülmedi; yani, Türkiye fiilen o savaşa iştirak etmedi, edemedi... İşte, o tarihte yaşanan ve milyonlarca insanın canına-mülküne mal olan sarsıcı, dehşet verici gelişmelerin bir hülâsası...
Tarafsızdı; taraf oldu
Savaşın başından itibaren tarafsızlık politikası güden Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1945’in başlarında, tam da İkinci Dünya Harbinin bitimine doğru, bu savaştaki yerini ve safını belirlemiş oldu.
Türkiye, resmî ifade ile ABD-Rusya-İngiltere blokunun yanında ve Almanya-Japonya blokunun karşısında olduğunu deklare etti.
Özetle, Türkiye savaşa iştirak kararı aldı; ancak, savaşa bilfiil katılmadı. Sebebi de şudur: O tarihte Türkiye'nin savaşacak gücü yoktu. Ne silâh ve mühimmat, ne de ekonomik olarak, yeni bir dünya savaşının yükü altına girecek durumda değildi. Bu yüzden, uzun müddet tarafsız kaldı. Ancak, bilhassa İngiltere ve ABD'nin (müttefiklerin) baskıları artınca, Türkiye de tarafsızlığını bozmaya meyletti.
Ayrıca, savaşın seyri ilk yıllarda galip durumdaki Almanya ve İtalya’nın (ve dahi Japonya'nın) aleyhine döndüğü belli olmaya başlamıştı ki, Türkiye, tercihini müttefiklerden (güçlüden) yana yaptı. Ancak, buna rağmen, Türkiye, silâh desteği olmadan savaşa katılamayacağını İngiltere ve ilgili diğer hükümetlere bildirdi.
Savaşın 5. yılı, yani 1944 yılına gelindiğinde, Türkiye'ye silâh yardımı yapılacağına dair sözler sarf edilmeye başlanmıştı. Uzun süre işi ağırdan alan Türkiye, sonunda kesin bir tavır aldı ve Ocak 1945’te önce Almanya ile, hemen ardından da Japonya ile bütün diplomatik ve ekonomik münasebetlerini kesmeye karar verdi.
Türkiye’yi bu tarz bir tavır ve karar almaya sevk eden bir başka sebep de şudur: Müttefik ülke liderleri, Şubat 1945’te yapılan Yalta Konferansında, yeni kurulacak Birleşmiş Milletler’e yalnızca 1 Mart 1945 tarihine kadar Almanya’ya savaş açmış ülkelerin katılmasını içine alan bir karar aldı. Türkiye, işte bu sebeple “resmen” savaş ilân etti.
Şayet, söz verilen silâhlar gönderilse idi, Türkiye’nin fiilen de savaşa girmesi söz konusuydu.
Demek, İlâhî takdir, bir hikmete binâen, Türkiye’nin harbe girmesine fetvâ vermedi, müsaade etmedi.
* * *
Bu arada, hani tek parti diktatoryasını temize çıkarmak maksadıyla bazıları diyorlar ya: "Efendim, İsmet Paşa, Türkiye'yi II. Dünya Savaşının dışında tutmayı başardı."
Oysa, bu iddia cahilâne bir yanlış ve sunturlu bir yalandan ibarettir. İsmet Paşa yönetimi, bal gibi savaş kararı aldı ve silâhları beklemeye koyuldu. Ne var ki, silâhlar henüz Türkiye'ye ulaşamadan, önce Hiroşima ve üç gün sonra da Nagazaki'ye atom bombasının atılması (6-9 Ağustos) üzerine, II. Dünya Savaşı bitmiş oldu.
Japonya, 14 Ağustos 1945'te kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul etti. Milyonlarca cana mal olan savaş, böylelikle Uzak Doğu'da sona ererken, aynı durum bir hafta sonra Avrupa kıt’asına yansıdı.
Meselenin kaderî veçhesi
Bediüzzaman Hazretleri, vâki bir suâle binaen, Birinci Harpteki mağlûbiyetimizin sebeplerini “kaderin fetvâsı” cihetiyle izah ederken, aynı tarz bir izâhatı da İkinci Dünya Harbi (1940-45) vesilesiyle yapar. Şöyle ki: “...Bîtaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle ittihada getirmek, siyaset-i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken, şüpheli, dağdağalı, faydasız bir düşmana (İngiliz) taraftarlık göstermekle muzaaf bir sûrette ve zararlı bir yolu tercih etmek, (İsmet gibi) böyle zeki, belki dâhi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?" diye suâl oldu.
Gelen cevap, mânevî cânipten geldi. Bana denildi ki: “Sen, yirmi sene evvel mânevî suâle verdiğin cevap, senin bu suâline de aynı cevaptır. Yani, eğer (başlangıçta) galip tarafı iltizam edilseydi (Almanya tarafında yer alınsaydı), yine mimsiz medeniyet nâmına galibâne mümanaat görmeyecek bir tarzda, bu rejimi âlem-i İslâma, mevki-i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüz elli milyon İslâmın selâmeti için, bu zahir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler." (Kastamonu Lâhikası: 19)
@salihoglulatif:
Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah.
(BSN; H. Şamiye: 43)