Çanakkale Zaferi o derece büyük bir hadisedir ki, bu muhteşem zaferin yıldönümünde başka şeyleri yazmak, bizim gibiler için bir nevi “abesle iştigal” hükmüne geçer.
Bu önemli hatırlatmanın ardından, hemen ifade edelim ki, şu bizim “Çanakkale”, birkaç yönüyle ikidir: Biri, Boğaz’da kazanılan “deniz zaferi” kısmıdır; biri de zaferden sonra daha çok Gelibolu Yarımadası’nda devam eden “kara muharebeleri” kısmı...
Aynı şekilde, umum millete ve şânlı Osmanlı ordusuna mal edilen bir Çanakkale Zaferi var; bir de, söz konusu zaferin hemen bütün şerefini götürüp Yarbay M. Kemal’e mal etmeye çalışan diğer bir Çanakkale Zaferi.
Velhasıl, türlü yalan ve yanlışlarla harman edilmeye çalışılan bir zafer edebiyatı var; bir de, her karışı şehitlerin kanıyla sulanmış gerçek bir Çanakkale Destanı var karşımızda.
Söz konusu “yalan ve gerçek” tarih, üstelik sadece Çanakkale Zaferi ile sınırlı değil; neredeyse son 150-200 yıllık tarihimizin tamamını içine alan bir zaman şeridinde karşımıza çıkıyor.
Şimdi, bu çetin zorluklara ve resmî bariyerlere rağmen, biz yine de gerçek Çanakkale’yi bir nebzecik olsun anlatmaya çalışalım.
* * *
Dünyanın en güçlü donanmalarına karşı hayret ve hayranlık uyandıran bir direniş örneği sergileyen kahraman ordumuz, her saniyesi ölüm kusan çarpışmalar neticesinde, nihayet 18 Mart günü Çanakkale'nin geçilmez olduğunu bütün dünyaya ilân etti. Şayet o gün Çanakkale Boğazı geçilmiş olsaydı, çok kuvvetli bir ihtimalle İstanbul da, dolayısıyla Marmara Bölgesi’yle birlikte bütün Anadolu elden gitmiş olacaktı. Zaten, asıl hedef, asıl maksat da buydu: Anadolu ve Rumeli'yi Türklerden ve Müslümanlardan temizlemek, onları asırlar önce geldikleri yere göndermek...
18 Mart'ta Çanakkale'de kazanılan deniz zaferinin en kısa, en doğru ve en yalın şekilde izahı, yukarıda ifade edildiği gibidir. Ne var ki, yetmiş–seksen yıldır, bu doğruların yerini yalan ve yanlış şeyler almış durumda.
Yani, Çanakkale'yi geçilmez yapan doğrular olduğu gibi anlatılmıyor, yalana ve yanlış bilgilere tevessül ediliyor: Göreceksiniz, bugün de benzer şeyler yapılacak. Yalan ve uydurma sokuşturmalarla kamuoyu enforme edilmeye çalışılacak. Meselâ, destanın yazıldığı ve zaferin kesinlik kazandığı 18 Mart 1915 tarihine kadar savaş mahallinde bulunmayan, harp sahasında esâmisi dahi okunmayanlar bile, yalan yere o bölgeye getirilmeye, mücadelenin içine sokulmaya çalışılacak. Dahası, yüz binlerce askerin canı ve kanı pahasına elde edilen o muazzam şeref, hiç ilgisiz şahıslara mal edilmesi cihetine gidilecek.
Şehitlerimizin ve ecdadımızın ruhunu muazzeb eden bu haksızlığın en acı tarafı ise şudur: Böylesi kahredici bir yalan ve çarpıtma işi, bilmeyerek değil, bilerek ve kasten yapılıyor. Hem öyle kahrecidi bir durum ki, zaferin yıldönümlerinde doğru söyleyenin değil, yalan ve yanlış şeyleri dillerine dolayan çığırtkanların sesi daha yüksek çıkıyor, maalesef.
* * *
Öte yandan, meselâ, Çanakkale Zaferi ile M. Kemal arasında ısrarla bağlantı kurulmasına çalışan ve sanki 18 Mart’taki zaferin kazanılmasında onun bir dahli varmış gibi resmî-özel beyanlarda bulunanlar var. Emin olun, yıllardır empoze edilmeye çalışılan bu tarz bilgi ve söylentilerin tamamı yalan ve gerçek dışıdır. Zira, inkârı mümkün olmayan tarih kayıtlarında açıkça belirtildiği üzere, savaşın ilk gününden tâ Çanakkale Zaferi'nin kazanıldığı 18 Mart 1915 tarihine kadar olan süre içerisinde, M. Kemal, Çanakkale'de olmadığı gibi, savaş bölgesinde dahi değildir. Onun Eceabat'a varması dahi, zaferden günler sonrasına tekabül ediyor.
Şöyle ki: Ekim 1913'ten Ocak 1915'e kadar Sofya Ateşemiliterliği görevinde bulunan M. Kemal, 18 Mart'ta kazanılan Çanakkale Zaferi’nden 5 gün sonra Yarbay rütbesiyle Maydos'tan Eceabat'a intikal ediyor. Bölgeye intikal ettikten sonra da, Alman general Liman Von Sanders'in emrinde olmak üzere Gelibolu muharebelerine iştirak ediyor. (MEB Yayını, İ.A., I. Cilt, s. 722)
Evet, M. Kemal denizci olmadığı gibi, 18 Mart'ta kazanılan Çanakkale Zaferi’nde de herhangi bir dahli söz konusu değildir. Onun 23 Mart'ta Eceabat'a varmış olması, bu gerçeği elbette ki değiştirmez.
@salihoglulatif: "Isparta Kahramanları"na arkadaş olan Nur'un sâdık-kahraman fedâileri ile "grup asabiyeti" damarını tahrik ederek ifrat-tefrit arasında gidip gelen tetikçi militanları birbirine karıştırmamalı. İkisi arasında "dağlar kadar" büyük bir ruh, mizaç ve karakter farkı var.