Türk basın-yayın sahasında etkili roller oynamış ve "Sebilürreşad" markasının da sahibi olan Eşref Edib Fergan, doksan yaşlarında İstanbul'da vefat etti. (15 Aralık 1971)
"Türk matbuatının mücahit kalemi" olarak da bilinen Eşref Edib'in kabri Edirnekapı Mezarlığındadır.
Meşrûtiyet'in ilk yıllarından itibaren yayın hayatına atılan Sebilürreşad'da, Mehmed Âkif, İzmirli İsmail Hakkı ve Üstad Bediüzzaman'ın da aralarında bulunduğu münevver zatların yazıları neşredilirdi.
Hutuvât-ı Sitte isimli broşür de, yine Sebilürreşad matbaasında ve tam bir gizlilik içinde basılarak yayınlandı.
* * *
İstanbul'un işgali yıllarında Sebilürreşad'ın idare merkezini Anadolu'ya taşıyan Eşref Edib, Mehmed Âkif'le birlikte önce Kastamonu'ya, ardından Ankara'ya gitti.
Savaş yıllarında dahi yayını aralıklı şekilde devam eden bu mecmua, 1925'te Şeyh Said Hadisesi bahanesiyle, tek parti hükümetince kapatıldı. Sahibi olan Eşref Edib de, İstiklâl Mahkemelerinde yargılanarak hapis cezasına çarptırıldı.
Elazığ'daki cezaevinde, ayrıca maddî-mânevî büyük işkenceler gören Eşref Edib, Mutlâkiyet ve Meşrûtiyet dönemlerinde, hatta işgal yıllarında bile görmediği şeni’ muamelelere, zulümlü baskılara maruz kaldı.
Siyaset kavşağı
22 yıl müddetle yayını yasaklanan Sebilürreşad, Demokratları bölen Millet Partisinin kurulduğu 1948'den itibaren, yeniden neşir hayatına döndü.
Din-imân cephesinde bütün mü'minleri, hasseten o tarihlerde Afyon Hapishanesinde bulunan Üstad Bediüzzaman ve talebelerini cesaretle savunan Sebilürreşad, siyasî kulvarda ise milliyetçi/muhafazakâr kesimin adresi şeklini alan Fevzi Paşanın fahrî başkanlığındaki Millet Partisinin bir nevî yayın organı haline geldi.
Dergi, 1952’de Cumhuriyetçi Millet Partisi ismini alan bu partide milliyetçilerin ağırlık kazanmasının ardından, bu kez siyaseten Cevat Rıfat Atilhan'ın başını çektiği İslâm Demokrat Partisini savunmaya başlar.
İmân cihetiyle dost-kardeş...
Sebilürreşad ve Büyük Doğu çevrelerinin birleştiği bu siyasî kulvara, Bediüzzaman Hazretleri de çekilmek istenir. Bediüzzaman ise, araya giren dostlara şu cevabı verir:
"Sebilürreşad, (Büyük) Doğu gibi mücahidler imân hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz; fakat siyaset noktasında değil. Çünkü......'
(Emirdağ Lâhikası, s. 281)
Sebilürreşad'ın yayını, 1966'da son bulur. Dindar bir şahsiyet olan Eşref Edib, hiçbir dönemde Demokratlara müsbet bir nazarla bakmadı. Çoğu zaman aleyhlerinde yazılar yazdı. Üstad Bediüzzaman'ın, onun gibiler hakkında "İman cihetiyle dostuz ve kardeşiz; fakat siyaset noktasında değil" demesi, bu sebepten olsa gerek.
Bilvesile şunu da ifade edelim ki: 27 Mayıs 1960 Darbesinin 3. günü Harp Okulu penceresinden aşağı atılarak katledilen İçişleri Bakanı Namık Gedik ile bağlantılı olarak, Üstad Bediüzzaman için gûyâ “Çöp arabasıyla da olsa, Urfa’dan çıkartıp götürün” demiş olduğu şeklindeki rivâyet, ne yazık “siyaset noktasında kardeş olmadığımız” Eşref Beye ait.
Evet, çok yönlü şekilde bizzat tahkik ederek öğrendiğimiz bu meselenin iç yüzü, Eşref Edib’in aktardıklarıyla hiçbir alâkası bulunmuyor.
RUZNÂME
15 Aralık 1957
Kıbrıs’ta yeni bir döneme doğru
Kıbrıs adasını bütünüyle ilhak (ENOSİS) etmek isteyen Yunanistan'ın bu bencilce tezi, BM Genel Kurulu tarafından reddedildi. (15 Aralık 1957) Bu red kararının arka plânında ise, DP iktidarının diplomasi kulvarında sürdürmüş olduğu olağanüstü çabanın damgası görünüyor.
İktidara geldiği 1950 yılından beri Kıbrıs meselesini yakından takip eden DP hükümetleri, tâ 1959 yılı sonlarına kadar aynı performansı sergiledi ve bunda da çok büyük başarılara imza attı.
Türkiye'nin bu son derece mühim stratejik meselesini tökezleten sebepler zinciri ise, 1960 darbesiyle birlikte başladı ve günümüze kadar gelip dayandı. Öyle ki, 1964 ve 1974'teki başarılı harekâta rağmen, uluslar arası hukuk platformunda ciddiye alınacak hiçbir başarı sağlanabilmiş değil.
Birlik antlaşmaları
Türkiye ile Yunanistan'ın NATO'ya üye sıfatıyla dahil olması, aynı döneme (1952) rastlıyor. İki ülkenin de dahil olduğu Balkan Paktı (Dostluk ve İşbirliği Ant.) ise, bir sene sonra imzalandı.
Diplomasideki bu gelişmeler, Türkiye'nin manevra imkânını geliştirdi, elini daha da güçlendirdi.
İşte, bugün de üzerinde en çok durulan ve birçok dünya ülkesini yakından ilgilendiren "Kıbrıs meselesi" bu dönemde büyüyerek yeni bir boyut kazandı.
Adım adım garantörlük
Yunanistan, adanın tamamına göz diktiği için, Kıbrıs'ı ilhak (ENOSİS) etmek istiyor. Rumların nüfus ağırlığını da gerekçe gösteren Yunanistan, 1954 ve 57 yıllarında konuyu BM'nin gündemine taşıdı. Ancak, istediği neticeyi alamadı.
Mesele dönüp dolaştı ve nihayet NATO'nun da gündemine geldi.
NATO, üyesi olan her iki ülkeye de arabuluculuk teklifinde bulundu. Tabiî, yine BM'nin bilgisi ve kontrolü dahilinde olmak üzere...
Neticede, Türkiye ve Yunanistan'ın dışişleri bakanları 18 Aralık 1958'de Paris'te yapılan bir NATO toplantısı vesilesiyle biraraya gelerek, yeni bir müzakere sürecini başlatmış oldular.
Bunu takip eden devrede ise, ileriye doğru bir adım daha atıldı ve iki ülkenin başbakanları biraraya geldi.
Şubat 1959’da Zürih’te buluşarak Kıbrıs’ın devletler arası hukukî statüsünü belirleyen Türkiye ve Yunanistan'ın hükümet başkanları, hemen ardından bu durumu pekiştirmek ve sağlama almak maksadıyla Londra'da yeni bir toplantı yapma kararına vardılar.
Başbakan Menderes'in bindiği uçağın yere çakıldığı bu seferki görüşme masasına İngiltere temsilcisi ile Kıbrıs'taki Türk ve Rum cemaatlerinin liderleri de dâvet edildi.
İşte, en büyük diplomatik zafer de, bu toplantı esnasında elde edildi. Türkiye için garantörlük, ittifak, yardım, adada asker bulundurma ve gerektiğinde müdahale etme hakkı tanıyan bu antlaşma, halen uluslar arası hukukî geçerliliği olan yegâne dayanaktır.
***
Twitter: Hizipçılik-grupçuluk gibi kulis faaliyetleri, demokrasinin şartı ve lâzımı olarak değil, belki sistemin hastalıkları veya kifayetsizlikleri kategorisinde görmeli.