Tepeden aşağıya doğru, yani emir-komuta zinciri içinde işleyen siyasî sistemler var.
Ama, bunların hiçbiri demokrasinin özüyle, ruhuyla bağdaşmaz.
Dolayısıyla, bir sistemin adının cumhuriyet, ya da demokratik olması, o sistemin “ismiyle müsemmâ” olduğu anlamına gelmez.
Türkiye’de ve dünyada bu tür ucûbe yönetimlerin örnekleri var: Şeflik dönemi Türkiye’si, faşist dönemi İtalya’sı, komünist dönemi Rusya’sı, Yugoslavya’sı gibi...
Bu tür otoriter-totaliter rejimlerde, emir, yukarıdan gelir, zincirleme şekilde en alt kademeye kadar arızasız, itirazsız şekilde sirayet ettirilir.
Aradaki kademelerden, buna karşı çıkanların vay haline...
Çünkü, devir artık “Dediğim dedik, çaldığım düdük” devridir. Zinhar, buna karşı gelinmez; itiraz-mitiraz kabul görmez ve ma’kes bulmaz.
Bu türden örneklere, kısaca “düdüklü yönetim dönemi” diyoruz.
* * *
İçinde bulunduğumuz dönemin siyasî işleyişi, fikrî veya itikadî yönden değil, ama kategorik olarak büyük ölçüde “düdüklü yönetim” dönemlerini andırıyor.
Meselâ, zirveden, tepe noktasından bir düdük sesi geliyor ve reayanın tümü ona göre “rahat-hazırol”a geçiyor. Başka türlü hareket, kimin haddine düşmüş. Anında had bildirilir ve “çıkıntılık” yapanın işi tez elden bitirilmeye çalışılır.
Etrafta, düdüklü yönetimin hışmına uğrayan mağdurların sayısı günden güne artış gösteriyor.
* * *
Üslûbumuza itiraz serbest. Hiç de gücenmeyiz. Fakat, aşağıda zikredeceğimiz “çaldığım düdük” kabilinden misallere herhangi bir itirazın olacağını sanmıyoruz.
Çünkü, hepsi de gerçek ve pek yakın zamanda olmuş, yaşanmış vakıalar zincirinin birer halkası...
İşte, içinde bulunduğumuz sürecin/vetirenin bir nevi “düdüklü yönetim devri” olduğunu çağrıştıran/gösteren birkaç misâl...
* * *
“Düt-düüüt!”
Hayırdır inşaallah, ne var yine?
“Artık o iş bitmiş ve o kapı kapanmıştır. Bunu da herkes böyle bilsin!”
Burada “bitmiş iş ve kapanmış kapı”dan kast edilen mânâ şudur: Seçim barajını aşmış ve Millet Meclisi’nde grup kurmuş olan HDP ile bundan böyle diyalog kurmayız, oturup konuşmayız ve bu partiyi asla bir muhatap olarak kabul etmeyiz.
Doğrusu, bu çok sert bir düdük sesi oldu... Oysa, daha bir sene kadar evvel her türlü diyalog yolu açık tutuluyordu. İmralı yolu, adeta “çeşme yolu”na çevrilmişti.
Tayin edilmiş heyetler, İmralı ile hükûmet arasında mekik dokuyordu. Öyle ki, hükûmetin dahli ve bilgisi dahilinde “Dolmabahçe Protokolü” bile hazırlanıp düna âleme tebliğ olundu.
Ne var ki, bütün o diyalog ve görüşme süreci bir tek düdükle başlatıldığı için, yine şöyle bir düdük sesi ile anında bitirilmiş oldu: “Ben o ‘Dolmabahçe Protokolü’ denen şeyi tanımıyorum ve asla kabul etmiyorum!”
Siz artık ne deseniz deyin, “Bitti” denildiyse, siz o işi bitmiş bileceksiniz. Hele ki, içinde “asla!” diye bir kelime geçtiyse, artık siz o cümleyi kànun hükmünde bir kararnâme (pardon fermânnâme) belleyeceksiniz.
Özetle: Düdüklü yönetim “Yat!” diyorsa yatacak, “Kalk!” diyorsa kalkacak, “Sağa-sola dön!” diyorsa ona göre dönecek, hatta daha da ileri gidip “Sürün!” diye komut veriyorsa, ona da mecburen uyacak ve hiç çaresi yok sürüneceksiniz. Yani, yukarıdan ne emir geliyorsa, nasıl bir komut veriliyorsa, size düşen “Emret padişahım!” deyip ona harfiyyen uymaktır.
İşte size, bu meyanda ve peşpeşe yaşanmış çarpıcı diğer bazı örneklerle, karşınızda Emîr ve Mûtîler Korosu...
* * *
Emîr: Ben bu Ergenekon Dâvâsının savcısıyım. Bunu herkes böyle bilsin!
Mûtîler Korosu: Emrin olur padişahım. Öyle diyorsan, öyledir.
............................
Emîr: Vay canına! Bizi aldattılar, bize yalan söylediler. Ergenekoncular, meğerse mağdur edilmişler; onlara kumpas kurulmuş. Zinhar, umumen serbest bırakılmalılar.
Mûtîler Korosu: Öyle diyorsan, öyledir hünkârım.
* * *
Emîr: Ben gurbet eldeki Hocam’a hasret kaldım. Gelsin ülkesine. Gelsin de, bitsin artık şu hasretlik!
Mûtîler Korosu: Bravo! Yaşa! Varol!
.............................
Emîr: O Hoca var ya, o Hoca! Bence o bir numaralı hain ve terörist. Yüreği yetiyorsa, hadi bir gelsin bakalım.
Mûtîler Korosu: Bravo! Yaşa! Varol!
* * *
Emîr: Çözüm Sürecini ilân ediyorum. Bu projenin sahibi benim. Kimse kendine mal etmeye çalışmasın. Siyasî hayatıma da mal olsa, ben bunun takipçisiyim ve sonuna kadar sürdürmek kararındayım. Buna karşı gelenler, aslında “Çözüm”e karşıdırlar, çözümsüzlük istiyorlar, terör devam etsin, insanlarımızın kanı aksın istiyorlar. Bunu da bu kadar açık söylüyorum.
Mûtîler Korosu: Yaşa! Varol!
.............................
Emîr: Çözüm Süreci denen şeyi buzdolabına aldım, ona göre...
Mûtîler Korosu: En doğrusunu sen bilirsin, sen yaparsın. Arkandayız.
* * *
Emîr: Çılgın Proje: Kanal İstanbul’un müjdesini veriyorum. Seçimden (2011) hemen sonra kolları sıvayıp kazmayı vuruyoruz.
Mûtîler Korosu: Yaşasın! Gelsin oylar.
Çılgın Proje ............?
Fatih Projesi ...........?
* * *
Emîr: Esad benim kardeşimdir.
Mûtîler Korosu: Yaşasın Esad!
..................................
Emîr: Esed benim baş düşmanımdır.
Mûtîler Korosu: Kahsolsun Esed!
* * *
Emîr: İsrail terörist bir devlet.
Mûtîler Korosu: Kahrolsun İsrail!
..................................
Emîr: İsrail’in bize, bizim İsrail’e ihtiyacımız var.
Mûtîler Korosu: Abi su lâzım mı, su? Kıbrıs üzerinden onlara bol bol su bilem verebiliriz...
* * *
Gelinen noktada, gazete sayfalarının fikren boşaldığını, tv programlarının “Padişahım çok yaşa!” nakaratına dönüştüğünü teessüfle görüyoruz.
Hepsine ayrı ayrı bakmaya, seyretmeye hiç gerek yok, hiç ihtiyaç kalmadı. Çok merak edenlerin, sadece bir tanesine bakması yeterli. Çünkü, diğerlerinin hemen tamamı aynı sığlıkta ve monotonlukta: “Sayın Cumhurbaşkanımız, biliyorsunuz şunu söyledi... Peki, sizce acaba neden öyle dedi? Bunu bir açıklar mısınız?”
Bitti... Hepsi bu kadar. Zira, gerisi de aynı nakarattan ibaret. Merak sarmaya, vakit harcamaya değmez şeyler.