Mahkemelerin nihaî kararıyla henüz kesinlik kazanmayan FETÖ tâbirini isteyerek, benimseyerek veya kabullenerek kullanmıyorum.
Bu tâbir, yaygın hale geldiği ve âdeta “umumu’l-belvâ” sûretini aldığından, iktibâsen, yahut târif için kullanıyorum.
Bu meseledeki gerekçemi şöylece sıralayabilirim:
* Öcalan’ın lideri olduğu “Partiye Kârkıre Kürdistan”ın bizzat kendisi PKK kısaltmasını kabul ve ilân ederek faaliyete başladı. ASALA, IŞİD-DAEŞ, DHKP-C gibi örgütler de öyle. ETÖ (Ergenekon Terör Örgütü) ile FETÖ (Fetullahçı Terör Örgütü) ise öyle değil. Bununla kast edilenler, böyle bir isim veya kısaltma ile anılmayı asla kabul etmediler ve etmiyorlar.
* ETÖ, yani “Ergenekoncular” diye anılan yapı, medya ve siyasetin dilinde yıllarca “terör örgütü” yaftasıyla anıldı. Mahkeme, yıllar sonra “Bu ismi taşıyan bir örgüt tesbit edilemedi” meâlinde nihaî kararını verdi. Dahası, meselenin seyri tam tersine döndü ve bu şekildeki bir yaftalama ile yapılan operasyonların, aslında “Millî orduya kurulan bir kumpas” olduğu noktasına gelindi. Dolayısıyla, ciddî ciddî ETÖ tabirini kullanan ve bunu dayatmaya çalışanlar, fenâ halde açığa düşmüş oldular.
* FETÖ üyesi olmakla suçlanan zanlılar da mahkemelik olmuş durumda. Mahkemelerin, bu isimle bir örgüt, bir teşkilât yapılanmasını tesbit edip etmeyeceği, varsa şayet, bu örgütün hangi tarihten itibaren faaliyete başladığı veya bir suç, bir terör örgütü haline geldiği, bu örgütler kimlerin ortaklık kurarak işbirliği yaptığı, kimlerin fikren, kimlerin fiilen, kimlerin de finansal olarak bu örgüte yardım ettiği, vesaire hususlar, ancak bağımsız mahkemelerin vereceği nihaî kararlarla kesinlik kazanabilir.
* Siyasiler, FETÖ’nün miladını 17/25 Aralık 2013’ten başlatmak istiyor. Adlî mercilerin ise, söz konusu milâdı daha evvelki tarihlere götürmeleri kuvvetle muhtemeldir. Bu durumda, FETÖ soruşturması bambaşka bir mecraya gireceği ve meselâ bugünkü iktidar mensuplarının belki yarısı aynı soruşturmanın kapsamına dahil edileceği kuvvetle muhtemeldir.
* Bütün bunlar bir yana, meş’um 15 Temmuz Kalkışmasından sonra, mağdur duruma düşen, hatta “çifte mağduriyet” yaşayan çok sayıda insanımız var.
Bunlardan, eşlerden ya da aile bireylerinden (anne, baba, çocuklar...) bir veya birkaçının, Gülen Hareketiyle uzaktan yakından bir ilgisi, bir bağlılığı bulunmadığı, hatta bazıları bu tarz bir yapılanmaya şiddetle muhalif olduğu halde, yine de “mağdurlar alayı”na dahil edilmiş durumdalar.
Yani, “Gülenci” yakınlarıyla kavgalı-sürtüşmeli olageldiği halde, devletin (emniyetin-adliyenin) eliyle açığa alınıyor, işten atılıyor, özlük hakları sıfırlanıyor, zan-töhmet altında bırakılıyor, vesaire...
Ayrıca, diyelim ki, aile reisi olan bir baba, Gülencilerle bir şekilde irtibatlı olduğu tesbit edildiği için cezalandırılıyorsa, onun bu yöndeki fikir ve faaliyetine hiç katılmamış, uzak durmuş, hatta hep muhalefet etmiş olan aile efradının suçu, günahı ne? Niçin onlar perişan edilerek mağdur duruma düşürülüyor?
Aynı şeyi, diğer bazı yapılanmalar için de söylemek mümkün: Suç, beşerî kànunlar nazarında olduğu gibi Kur’ân nazarında dahi şahsîdir. Birinin hatası veya günahıyla bir başkası suçlanamaz, cezalandırılamaz.
Uygulamaların ise, bu minvâl üzere cereyan ettiğini kimse iddia edemez.
Bizim bütün arzu, dilek ve temennimiz, hak ve adâletin yerini bulmasıdır; başka da bir beklentimiz yoktur ve olamaz.
@salihoglulatif: Tıpkı "Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek" gibi, Sevr'i gösterip bizi Lozan'a razı ettiler.
* * *
İngilizlerin başını çektiği, Hahambaşı Haim Naum'un gizli mimarı olduğu #Lozan Antlaşması, gerçekte"Ölüm Fermânımız” olan Sevr’in bir kılıfıdır ve onun bir nevî rövanşıdır.