Muhtelif ünvânlarla yâd edilen meşhûr Avukat Bekir Berk, 14 Haziran 1992’de Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Kendi vasiyeti üzerine, cenaze namazını Fethullah Gülen kıldırdı. Mezarı, Eyüpsultan Kabristan’ında, Nur Talebelerinin medfun bulunduğu adada.
O gün nasip oldu, Fatih Camiindeki cenaze namazına iştirak ettik. Mahşerî bir kalabalık vardı. Caddeler araba trafiğine kapatıldı. Yüz binler, cenazesini omuzlar üzerinde tâ Eyüpsultan Mezarlığı’na kadar taşıdı.
* * *
Efsane isim Av. Bekir Berk, farklı kesimler tarafından değişik isim ve ünvânlarla da anılırdı.
Bunların bir kısmı şöyledir: “Cesur, korkusuz avukat. Mazlûmların avukatı. Nur’un avukatı. Bediüzzaman’ın avukatı. Nurcu avukat. Nurcuların avukatı. Kefeni çantasında bir dâvâ adamı. Hayatını dâvâsına adayan adam.” Vesaire...
Şimdi de, merhum Bekir Berk’i biraz daha yakından tanımaya çalışalım...
Mâcera dolu bir hayat
1926 Ordu doğumlu olup, İlkve Ortaokulu İstanbul’da, liseyi Balıkesir’de okudu.
1951’de ise İstanbul Hukuk Fakültesi'nden mezun olarak, meslekî hayata atıldı.
Yine 1950’li yılların sonlarından itibaren, adeta bütün hayatını Risâle-i Nur ve Nur Talebelerinin müdafaasına adayan Bekir Berk, bu çerçevede 1973’e kadar yaklaşık bine yakın mahkemeye katıldı.
Yıllar sonra, kendisi de aynı dâvâdan mahkemelik oldu. Öyle ki, 1971'deki İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından hapis cezasına da çarptırıldı.
Hapisten çıktıktan bir süre sonra Suudi Arabistan'a hicret etti. Burada Cidde Radyosu’nun Türkçe yayınlar bölümünde Risâle-i Nurla ilgili programlar hazırladı.
1988'de gırtlak kanserine yakalandı; bir müddet İngiltere'de tedâvi gördükten sonra İstanbul'a gelip yerleşti. Fatih’teki bir özel hastahanede tedâvi altında iken vefat etti.
Kefeni çantasında
Avukat Bekir Berk'in dostları gibi düşmanları da çoktu. Sık sık ölümle tehdit ediliyordu. Ama o, hiç korkmadan vazifesine bakıyor, dâvâya hizmet adına beldeden beldeye koşturuyordu.
Zaman zaman aynı gün içinde muhtelif beldelerdeki mahkemelere katılmak durumunda kalıyordu. Katıldığı mahkemelerinse, hemen tamamı beraatle neticeleniyordu.
Bununla beraber, herbir mahkeme safhasında ayrı bir hatıra yaşanıyordu. İşte onlardan biri de Ankara temyiz Mehkemesinde cereyan etti.
Mahkeme huzurunda gerekli müdafaayı yapan Av. Bekir Berk mahkeme savcısı (Meşhûr Yassıada Savcısı Egesel) arasında şöyle bir tartışmalı düello yaşanır:
Mağrur savcı kasıntılı bir edâ ile seslendi: "Bekir Bey! Bekir Bey! Sen kime güveniyorsun da böyle pervasızca konuşuyorsun? "
Bekir Bey ise, birden çantasını açarak elini bir hışımla içine daldırdı ve evrakların altından çıkardığı beyaz bir bez sarmalını savcının önüne fırlatarak şöyle gürledi: "Ben buna güveniyorum sayın savcı!"
Bekir Beyin savcının önüne fırlatıp attığı şey, yanında gezdirmiş olduğu “zemzemle yıkanmış” kendi kefeniydi.
Ortalık adeta buz kesti. Savcı mosmor oldu. Elleri, dudakları titremeye başladı. Masasının üzerindeki kefene bakarak adeta dona kaldı. O beyaz bez sarmalına dokunamadığı gibi, oturmayı bile unutmuş vaziyette ayakta kala kalmıştı.
Oradakilerin şaşkın bakışları arasında ağır ağır kefenini masanın üzerinden alan Av. Berk, usûlce katladı ve tekrar çantasına koyarak yerine yerleştirdi.
On dört yıl aradan sonra
12 Mart 1971 Muhtırası’ndan sonra sıkıyönetim ilân edildi. Bu dönemde birçok Nur Talebesi gibi, Av. Bekir Berk de yapılan bir baskın sonucu yakalandı ve mahkemeye sevk edildi.
14 yıl boyunca mazlûmların avukatlığını yaptığı halde, şimdi ise mazlûmlarla aynı safta ve aynı muameleye tabi bulunuyordu.
Bekir Berk, mazlûmlarla birlikte çıkarılmış olduğu İzmir’deki mahkemede şu savunmayı yaptı: "Muhterem Başkan, muhterem hâkimler! 14 yıl evvel girdiğim Risâle-i Nur’la ilgili bir dâvânın müdafaasında ceza talebine karşı müdafaama şu cümle ile başlamıştım: ‘Bu dâvâ, başlangıçta iddia edildiği gibi dinin istismarı dâvâsı değildir. Aynı zamanda bu dâvâ, karşımızda maznun sandalyesinde oturan bu on kişinin dâvâsı da değildir. Hadd–i zatında onların şahsında bir iman boğulmak istenmekte, bir kitaba karşı savaş açılmış bulunmaktadır. Bu savaş iki zihniyetin mücadelesi, bu şahıslar onun vesilesi, bu salon o muharebenin meydanıdır. Ve bu savaşın silâhı kılıç değil, kalemdir. Hedefi beden değil, vicdandır.
"14 yıl önce girdiğim dâvâ, maznunlar vekili olarak bu mevzuda geçirdiğim ilk dâvâ idi. Şu anda ise son girdiğim dâvâmın müdafaasındayım. Fakat o dâvâ ile bu dâvâ, o zaman ile bugün arasında farklı bazı noktalar var. 14 yıl önce maznunlar vekili olarak müdafaa kürsüsünde bulunuyordum. Bugün ise maznunlar sırasındayım.
"Evet, o gün müdafaasını bana terk edenlerin müdafaasını yapıyordum. Şimdi ise bizzat kendimi müdafaa etmek durumundayım. O zaman iddia makamından müvekkillerime yönelen itham oklarına göğsümü siper etmiştim. Bugün ise muhtelif yerlerden üstüme fırlatılan taarruz vasıtalarını defetmek mevkiindeyim."