Üzerinden yüz yıla yakın bir zaman dilimi geçmiş olmasına rağmen, Çanakkale Harbinin yine de bilinmeyen birçok yönü var.
Dahası, milyonlarca insanımızın nazarında yanlış bilinen, hatta kasten empoze edilen yalan–yanlış noktalar var.
Meselâ, Çanakkale Zaferi ile M. Kemal arasında ısrarla bağlantı kurulmasına çalışılması ve sanki bu zaferin kazanılmasına onun bir dahli varmış gibi resmî beyanlarda bulunulması gibi.
Yıllar yılı empoze edilen bu tarz bilgi ve söylentilerin tamamı yalan ve gerçek dışıdır.
Zira, inkârı mümkün olmayan tarih kayıtlarında açıkça belirtildiği üzere, savaşın ilk gününden tâ Çanakkale Zaferi'nin kazanıldığı 18 Mart 1915 tarihine kadar olan süre içerisinde, M. Kemal, Çanakkale'de olmadığı gibi, savaş bölgesinde dahi değildir. Onun Eceabat'a varması dahi, zaferden günler sonrasına tekabül ediyor.
Şöyle ki: Ekim 1913'ten Ocak 1915'e kadar Sofya Ateşemiliterliği görevinde bulunan M. Kemal, 18 Mart'ta kazanılan Çanakkale Deniz Zaferinden beş gün sonra yarbay rütbesiyle Maydos'tan bu bölgeye (Eceabat'a) ancak intikal ediyor. Bölgeye intikal ettikten sonra da, Alman general Liman Von Sanders'in emrinde olmak üzere Gelibolu muharebelerine iştirak ediyor. (Bkz: MEB Yayını, İ. A., I. Cilt, s. 722–23)
Bu durumda, her yıl 18 Mart'ta kutlanan Çanakkale Deniz Zaferinin zorlamalı tevillerle M. Kemal'a mal edilmesine çalışılması, tarihin gerçekliğiyle zerrece bağdaşmıyor.
Evet, M. Kemal denizci olmadığı gibi, 18 Mart'ta kazanılan Çanakkale Deniz Zaferinde de herhangi bir dahli söz konusu dahi değildir. 23 Mart'ta Eceabat'a varmış olması, bu gerçeği değiştirmez.
İşgalcilerin kabaran iştahı
Çanakkale Savaşının çarpıtılan bir başka yüzü de, işgal ve istilâ için Boğaz'a yüklenmiş olan İngilizler'e bakıyor.
İngilizler, birçok yerde olduğu gibi, Çanakkale Cephesinde de kendi vatandaşından ziyade, kendisine bağlı, ya da sömürge durumundaki ülkelerin askerlerini kullanma cihetine gitmiştir.
Avustralya'dan, Yeni Zelanda'dan (ANZAC), hatta sömürge hinterlandına giren Afrika ve Hindistan'dan (bir kısmı Müslüman) on binlerce asker toplayarak cepheye sevk etmiştir.
Savaş esnasında, ayrıca cepheye yeni yeni asker sevkiyatı yaptırabilmek için de, bilhassa basın ve haberleşme yoluyla yoğun bir propaganda faaliyeti yürütmüş.
İşte, resim yerinde görmüş olduğunuz illüstrasyon, söz konusu propagandalardan sadece bir tek nümunedir.
Bu tarz örneklerin sayısı çoktur. Yapılan bu tarz yalan–yanlış
(Çanakkale Savaşında cepheye sürülen Avusturalyalı (Anzac) bir askerin ağzından temsilî olarak "Gelibolu'yu aldık, sıra Çanakkale'de" diye söylettiriliyor ki, cepheye koşmak için maceracı gençlerin iştahı kabarsın.)
propagandalarla, evlâtları ölüm–kalım savaşında olan Büyük Biritanya'ya bağlı devletler topluluğuna şu mânâda mesajler veriliyordu: Hiç endişe etmeyin. Karşımızdaki Osmanlı kuvvetlerini kayıp vermeden yendik. Evlâtlarınız, Çanakkale'nin (Dardanel) bir yakasından diğerine elini kolunu sallayarak geçiyor. İsterseniz siz de gelin. Kayıtlarımız başlamıştır. Gelmek isteyen varsa, ismini hemen yazdırsın. Vesaire...
Evet, işte bu da yabancıların yalancı yüzüydü. Ülkelerine, habire yalan–yanlış haberler geçiyor ve medyayı da bu istikamette kullanıyorlardı.
Bizdeki diğer yalancılar
Ne gariptir ki, aynı dönemde bizdeki Turancı İttihatçılar da aynı tarz üzere gitmekten çekinmemişlerdir. Kafkas Cephesindeki fâcia yüklü çöküş haberlerinin yayınına yasak getirmiş, dahası Turancılık hayaliyle gencecik vatan evlâtlarını bu cephedeki ölüm cenderesine sevk edip durmuşlardır.
Öyle ki, cephede çöküş üzerine çöküş yaşanırken, o günün İttihatçı gazetelerinde Türk askerinin Ortaasya'ya doğru ilerlediği ve Turan hayalinin gerçekleşmek üzere olduğu yönünde haberler çıkıyor, yorumlar yapılıyordu.
Harpte "hile"ye cevâz vardır. Fakat, bu tür bilgilendirmelerin "harp hilesi"yle bir alâkası yoktur.
Yalan haberler ve uydurma bilgilerle kendi insanını göz göre maceraya sürüklemenin neresi harp hilesi...
Böyle bir tutum, hilecilik değil, olsa olsa yalancılık hanesine girer ve kendi tarafına zarar vermek hesabına geçer.
Zira, sonradan işin gerçeğini öğrenen insanlarınız, bir yandan sukût–u hayale uğramakta, bir yandan da ciddî ciddî kandırıldığı zannına kapılarak ye'se düşmektedir.
Ki, aynı günlerde Kafkas Cephesine pür heyecanla giden askerlerimiz, bilhassa gazi subaylarımızdan birçoğu, düştükleri hazin durumu hatıralarında açıkça ifade emişlerdir.
O halde, bu sakat anlayışa ne demeli ve bu yalancı yüzlere karşı ne yapmalı?
İslâm literatüründe, yalan bir "lafz–ı kâfir" olduğu gibi, sahte bilgilerle aldatmaya çalışmak da İslâm ahlâkıyla bağdaşmaz.
Bile bile yalan söylemek ve bilhassa başkasını yalan yere yanlış yola sevk edecek kadar bu işi ileri götürmek, acaba sahtekârlık ve ikiyüzlülük değil de nedir?