Süleyman Şah Operasyonuna herkes kendi penceresinden bakıyor.
İktidar cenahında yer alanlar, “Bu, kesinlikle doğru bir harekettir; zaruret hasıl olmuş ve tam isabet kaydedilmiştir” diyor. Muhalefet cephesinde yer alanlar ise “Yapılan şey, yanlıştan da öte komikliktir; kendi kendine tiyatro oynamak, hatta harakiri yapmaktır. Utanç verici bir durum söz konusudur, vesâire” diyor.
Biz, bu iki ana bloktan birine dahil olmak durumunda değiliz.
Zira, meselenin partileri, iktidarları, hatta devletleri aşan boyutları var.
Keza, tek başına tarih, siyaset ve diplomatlık da bu çetrefilli meselenin izahına kâfi gelmiyor.
Velhasıl, biz bu meseleye bilinen klasik bakış tarzlarından ziyade, kendi zâviyemizden bakmak ve yine kendi bakış açımıza göre gelişmeleri değerlendirmek istiyoruz.
Hangi Süleyman Şâh?
Türbenin kitabesinde 1178-1227 yılları arasında yaşadığı ifade edilen Süleyman Şah’ın tam olarak kim olduğu bilinemiyor.
Bu noktada birbiriyle ihtilâflı durumdaki tarihçilerin bir kısmı, bunun Selçukîlerden “Kutalmışoğlu Süleyman Şâh” olduğu tezini savunurken, diğer bir kısım tarihçiler ise bu zâtın Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazinin dedesi olduğu tezini ileri sürüyor.
Yani, üzerinde bugünlerde kıyametler kopardığımız, neredeyse savaş sebebi saydığımız Süleyman Şah’ın daha kim olduğunu bile net bir şekil bilmiyor, bilemiyoruz. Bilinen bir şey varsa, o da bu zâta ait olduğu kabul edilen türbe yerinin üçüncü kezdir değişiyor olmasıdır.
Birinci ve ikinci kez baraj gölü sebebiyle, üçüncü ve son kez ise güvenlik gerekçesiyle yeri değiştirilmiş oldu. Gariptir, Suriye’deki gelişmelere bağlı olarak, mezar yerinin 4. kez değişmesi bile ihtimal dahilinde.
Torun Vahdeddin Şam’da
Bu arada, Süleyman Şâh’ın Osmanlı’dan ziyade Selçukilerden olması ihtimali daha kuvvetli.
Bir sebebi şudur: Osmanlılar, aşiretin ileri gelenleri için daha çok “Bey, Gazi, Hünkâr...” ünvanını kullanırken, İran coğrafyasında uzun yıllar hüküm süren Selçuklularda ise, hem resmî dil Farsça’dır, hem de büyükler için çokça “Key ve Şâh” gibi ünvanlar kullanmışlardır.
Esasen, bu nokta çok da önemli değil. Asıl mühim olan şudur: TC sınırları dışında kalan Türk büyükleri arasında niçin bir tek Süleyman Şah için farklı muamele söz konusu? Meselâ, resmî görüşe göre Osmanlıların dedesi olarak kabul edilen Süleyman Şah’ın torunu son padişah Sultan Vahdeddin’in mezarı da Suriye’nin başkenti Şam’da bulunuyor.
1926’da San Remo’da (İtalya) vefat eden sürgündeki son padişah Sultan Vahdeddin’in cenazesi hacizli idi. Bakkal-market borcu yüzünden naaşı haczedilmiş ve bir türlü kaldırılamıyordu.
Bu fecâat karşısında kılını bile kıpırdatmayan zamanın TC hükümeti, meğerse bu tarihten sadece beş sene önce (1921) Suriye ile Süleyman Şah Türbesi için bir antlaşma imzalayıp sahip çıkmış.
20 Ekim 1921 tarihli Ankara Anlaşmasının 9. Maddesinde şu yer alan ifadeler şöyle: “Osmanlı sülâlesinin kurucusu Sultan Osman'ın dedesi Süleyman Şahın Caber Kalesinde bulunan ve ‘Türk Mezarı’ ismiyle bilinen türbesi, müştemilâtıyla birlikte Türkiye'nin malı olacak. Türkiye, oraya muhafızlar koyacak ve Türk bayrağı çekecektir.”
Size göre de ortada garip bir durum yok mu? Yani, yedi-sekiz asır önceki dedeye sahip çıkan ve 95 yıl müddetle sınır ötesine muhafız birliği göndererek Türbesini koruyan TC hükümetleri, o dedenin torununa ise aynı hassasiyeti göstermiyor. Bırakın Sultan Vahdeddin’in Şam’daki Türbesine sahip çıkma hassasiyeti, gurbet elde borç ve sefâlet içinde vefat eden o sultanın cenazesine bile sahip çıkılmamış.
İşte, bu müthiş tenakuzu çıkıp bugün kimin yüzüne vurmalı; doğrusu bu nokta da biz de mütehayyir durumdayız.
* * *
Halen mezarı farklı ülkede bulunan meşhûr daha başka zâtları da hatırlamakta fayda var. Meselâ, Kahire’de son Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Arabistan’da Şeyh Şâmil, Ürdün’de Millî Mücadele kahramanlarından Çerkes Ethem ve 1924’te sınır dışı edilen Osmanlı Hanedanına mensup onlarca şehzâde ile hanım sultan gibi...
Fransa’nın niyeti, hesabı...
İngiliz ve Fransız işgalcileri Birinci Dünya Harbinde Osmanlı’dan kopardıkları Suriye, Irak, Arabistan ve diğer Ortadoğu ülkelerinin sınır haritasını bir bakıma cetvelle çizdiler.
Bununla da yetinmeyip, ayrıca aralarında ihtilâflı bölgeleri, noktaları adeta birer nifak tohumu gibi serpiştirip bıraktılar. Meselâ, İran-Irak arasındaki Şattülarab Deltası, Irak-Kuveyt arasındaki petrol yataklarının bulunduğu ihtilaflı bölge, Türkiye-Suriye arasındaki Ceber Kalesindeki Türbe mıntıkası gibi...
Bu ve benzeri mahiyetteki nizâlı-ihtilâflı bölgeler, gerçekte fitneye sebep olacak birer “tuzak”tan ibarettir. Ecnebiler, bilerek ve farkında olarak bu tuzakları kurmuşlar.
Kanaatimize göre, 1921’teki Ankara hükümeti de bilerek ya da bilmeyerek bu tuzağa düştü. Çünkü, o tarihte Osmanlı’ya sahip çıkmak bir yana, tersine hükümette ve tam bir “Osmanlı düşmanlığı” hakimdi.
Nitekim, aradan daha bir sene bile geçmeden, yeni doğmuş bebekler dahil Osmanlı’nın bütün fertleri per-perişan bir vaziyette sınır dışı edildiler.
Böylesi bir zihniyetin Osman Gazinin dedesi Süleyman Şaha sahip çıkmasını hiçbir şekilde iyi niyetli bir davranış biçimi olarak göremediğimiz gibi, bunu rasyonel bir politika olarak da değerlendiremiyoruz.
Meselenin evveliyatı ve arka plânı hiç düşünülmeden şimdilerde alabildiğine abartılması cihetine gidilmesi, bizi bütün bu noktaları düşünmeye sevk etti.
* * *
@salihoglulatif: Kim ne derse desin, Meclis’te kavga-gürültü ile çıkartılan “İç Güvenlik Paketi”, totaliter heveslerin yanı sıra yakında açıklanması öngörülen “Çözüm Paketi” ile doğrudan bağlantılıdır. Çözüm Paketi açıklandığında, bundan memnun olmayan, hatta şiddetle rahatsızlık duyan kitleler, ortaya isyan derecesinde bir tepki koyabilir. İşte, ihtimal dairesinde görülen böylesi isyanları bastırmak için, bir askerî müdahaleye da mahal bırakmadan gerginliğin polis marifetiyle halledilmesi cihetine gidilmesi tasarlanıyor.