Kiminin hayat ve hizmet tarzını düstûrlar, prensipler tâyin ederken, kiminin yaşayış tarzını ise şöhretli şahıslar belirliyor.
Bu iki tarzı tercih edenlerin fikir ve kanaatleri arasında büyük ayrılıklar, hatta derin uçurumlar var.
Dahası, uzun ömürlü düstûrlar, prensipler manzumesi ile hareket edenlerin şahsiyetleri, kabiliyet karakterleri sürekli şekilde inkişâf edip yükselirken, iradesini—şöhretli de olsa—bir başka fânîye teslim edenler, peyder-pey silikleşmeye, hatta zamanla iyice pasifize olup devre dışı kalmaya mahkûm olur.
Şahsa bağlı olanlar, suyu sıkılan meyvenin posasına benzer. Suyu sıkıldıktan sonra çöpe atılırlar.
Geri dönüşümü olmayan şeref ve haysiyet çöplüğü, bu tip insan müsveddesinin atıklarıyla dolu.
Bu sebeple, gücüm olsa sesimi bütün dünyaya işittirecek derecede yüksek sadâ ile derim ki: Ey insan! Önce, seni yaratana hakikî bir kul ol. O’na hakikî kulluk ise, başkasına kul-köle olmayı reddeder, men’eder. Hem unutma ki, biz insanların başına gelen beşerî hemen bütün helâket ve felâketlerin öncelikli sebebi, bizim gibi fânî günahkârlara üstünlük pâyesi vererek onlara perestiş etmek, boyun eğmek, onlara kul-köle gibi davranmaktır.
İşte, biz bu tür davranışlara isyan ediyoruz. Bize göre, o perestişkârlık riyâkârlıktır; dahası, nâmerçedir, rezilcedir, korkakçadır... Ki, bunların hiçbiri “insanca” ve “Müslümanca” değildir. Müslüman kimse, önce Rabbine hakikî bir kul olacak. O’nun Resûlüne (asm) tabi olup Sünnet-i Seniyyesine riâyet edecek.
İlâveten, ilmiyle âmil âlimlere, sâlihlere ve Allah yolunda ihlâsla hizmet edenlere saygı duyacak; ama hiç kimseye kayıtsız-şartsız tâbi olacak derecede bir imtiyaz, bir üstünlük vermeyecek. Özellikle, şu dehşetli âhirzamanda...
Sâhibüzzaman olduğuna inandığımız Üstad Bediüzzaman, böyle “şahsa bağlılık” tarzında bir teslimiyeti, kendi şahsı için talebelerinden bile istemiyor, beklemiyor, doğru bulmuyor. Münâzarât isimli eserinde, “Siz sözü ben söyledim diye hemen kabul etmeyin; önce mihenge vurun” tavsiyesinde bulunuyor.
Siyasette de aynı ölçü
Şahsa (yani tek adama) bağlılık, sosyal hayatta sakıncalı olduğu gibi, siyasette de durum aynıdır. Her iki sahada da, fikrî ve iradî istiklâliyeti elden bırakmamalı, yüzde yüz bir teslimiyetin içine girmemeli. Bilgiye, tecrübeye saygı, başka mesele. Bunları birbirine karıştırmamalı.
Siyasette, farklı görüş ve düşünce hem meşrûdur, hem de kaçınılmazdır. Bu kaydı koyduktan sonra, din ve siyaset ilişkisine bir parça temas etmeye çalışalım.
* * *
Siyasette yol ve yön ayrımı, sadece dine yakın olanlarla dine uzak olanlar arasında yaşanan bir mesele değildir. Aynı dinî inancı paylaşanlar arasında da, siyasette birbirinden farklı tercihler, yönelişler söz konusu.
Din, elbette ki böyle bir ayrışmayı, bölünmeyi, dağılmayı emretmez. Fakat, "siyaset eşittir din" şeklinde bir iddiada bulunmak hakikatle bağdaşmadığından, yanlış bir istikamete girenler "siyasî dalâlet"e bulaşsalar da, aynı kimseler için "dinî dalâlete düşmüş” denilmez.
Vâkıa, dinî ibadet noktasında omuz omuza saf tutup aynı kıbleye yönelen mü'minler, iş siyasî tercih ve temâyüllere gelince, akıl almaz derecede farklılıklar sergiliyor.
Bunun en önemli bir sebebi, yine şahsa bağlılık, yahut şahıs meddahlığı tarzındaki kronik hastalık...
Peki, böyle durumlarda ne yapmalı? Doğruyu nasıl bulmalı?
Yani, yanlıştan uzak, doğruya yakın durmak için ne yapmalı, nasıl hareket etmeli? Kullanılacak ölçü, ayar, mihenk ne olmalı; hangi metodu kullanmalı?
Esasında, siyasî temâyüller arasında en doğru, ya da doğruya en yakın veya en azından "kötülerin iyisi" denilebilecek alternatif bir hareket tarzı hemen her zaman için bulunur, bulunabilir. Doğru hareket tarzını bulmak için de iki yol, iki metot takip ederek gidilir.
Birincisi: Hedef ve istikameti belirleyen pusula gibi, elinde sağlam ölçüler ve prensipler manzumesi bulunan kimse, uzun ömürlü "doğru siyaset çizgisi”ni de kolaylıkla tâyin edebilir.
İkincisi: Doğru olanı doğrudan tesbit etmekte zorlanan kimseler, listede yanlış olarak gördüklerini teker teker ayıklama metoduyla "doğru siyaseti" bulma ve ona bağlanma şansını elde edebilir.
Şahsa bağlılık metodu ise, kişileri ne yazık ki bu her iki usûlden de mahrûm bırakır. Zira, daima şu ufunetli fikri telkin eder: “Sen bilemezsin, sen bulamazsın; lider ne derse odur, doğrusunu her zaman için o bilir, o söyler; sen onun dediklerine uymaya çalış.” Vesaire...
İşte, belirleyici olan esas unsur, ölçü, prensip, düstûr değil de, bizim gibi günahkâr bir şahıs veya lider kişi olunca, insan da yavaş yavaş insanlıktan çıkmaya ve güdülen sürü içindeki herhangi bir hayvandan farksız hale gelmeye başlar.
Hepimiz, eşref-i mahlûkat olan ahsen-i takvîm sûretinde yaratılan “insan” sıfatını kazanmaya çalışmak durumundayız. Aksi halde, “insaniyet”in hesabını veremeyiz.
***
@salihoglulatif:
Birinci ve en büyük tehdit-tehlike olarak DİNDARLARı gören bir zihniyetin adı-rengi-ismi ne olursa olsun, hiç şüphe yok ki o SÜFYANİZMin bir versiyonudur.