Siyaseti meslek olarak seçenler, adım adım o hedefe doğru yürürler.
Atılan illk adımlardan biri, siyaset ringine, yahut minderine çıkmak ve orada durabilmek, tutunabilmek.
Bazıları bu kadarlıkla da iktifa eder. Liderlik vasfı veya hırsı olanlar ise, hiç sınır tanımaz ve zirveye kadar gitmek için her yolu dener, her türlü plânlamayı yapar ve uygular.
* * *
Türkiye, şu sıralar şiddetli bir gerilim politikasının cenderesi içinde. Bu gerilimin, zaman zaman “öfke siyaseti”ne dönüştüğü de oluyor.
İşin garip tarafı, gerilimi hafifletmesi, sükûneti sağlaması, kitlelerin uyum içinde yaşamasına gayret göstermesi gerekenler, tam tersine bir davranış sergiliyor.
Öyle ki, alevlenmiş olan ateşi daha da körüklüyor, kopma derecesine gelmiş olan halatları daha da geriyor, yükselen tansiyonu tırmandırdıkça tırmandırıyor ve nihayet bilumum platformlarda öfke diliyle konuşmaktan asla geri durmuyor.
Peki, bu ne demektir ve bu acip tavır hangi hedefe yöneliktir?
* * *
Artık hiç şüphemiz kalmadı ki, yürütülmekte olan şu yüksek gerilimli siyaset, özellikle şu iki hedefe kilitlenmiş durumda: Birincisi, “tek adam”cılığa müsait yeni bir Anayasa ve yine “tek adam” odaklı bir Başkanlık Sistemi.
Bu yönde sonuç almanın yegâne yolu ise, şimdilik gerilim politikalarında görülüyor.
Zira, inisiyatifi elinde tutanların yürütmüş olduğu bir “gerilim siyaseti”, daima yüzde 50’nin üzerindeki bir destek oranına tekabül eder.
Buna göre, gerilim ne kadar şiddetlenirse, destek oranı da o nisbette yükselir.
Gelişmelere bu açıdan bakıldığında, son bir senedir tırmanışa geçen kontrollü gerilimin, bir müddet daha devam edeceğini söylemek mümkün.
“Tek adam”a göre yeni bir Anayasa ve Başkanlık Sistemi devreye girdikten sonra, tıpkı yakın geçmişte uygulanan “Çözüm Süreci”ne benzer yeni bir süreç başlatılacak ve yeni dönem için toz-pembe tablolar sergilenmeye çalışılacak.
Bilindiği gibi, şu ucûbe “Çözüm Süreci” yine “patent sahibi” tek adam tarafından buzdolabına kaldırılmıştı. Bu demektir ki, o nasıl isterse “Süreç” de ona göre işler, gelir, gider, erir, donar, vesaire...
GÜNÜN TARİHİ: 1 Haziran 1453
Ayasofya’da ilk hutbe
İstanbul, haftalar süren bir kuşatmanın ardından, nihayet 29 Mayıs (1453) Salı günü fethedildi.
1 Haziran Cuma günü ise, fetihten hemen sonra ilk iş olarak camiye çevrilen Ayasofya’da ilk hutbe okundu ve ilk Cuma namazı kılındı.
İslâm örfüne göre, bir belde fethedildiğinde, orada hemen bir cami inşa edilir ve orada ezanlar okunur, vakit namazı ile uma namazları kılınır.
481 sene müddetle cami olarak hizmet veren Ayasofya’ya işgalci İngilizler dahi ayak basıp giremediği halde, 1934’ten bu yana burayı daha çok ecnebiler ziyaret ediyor.
Şayet o beldede kilise, havra gibi bir başka mâbet varsa, içlerinden en muhteşem veya sembolik bir mahiyet taşıyanı camiye çevrilerek, söz konusu ibadetler orada eda edilir.
İşte, İstanbul’un fethini sembolize eden ve bu güzel beldede hakimiyetin nişanı hüviyetini taşıyan Ayasofya, hemen ilk gün camiye çevrildi ve ilk Cumada lüzumlu olan ibadet ve merasimler burada gerçekleştirilmiş oldu.
Sultan Mehmed Fatih’in hocası olan Akşemseddin Hazretleri, onun adına hem hutbeyi irad etti, hem de ilk Cuma namazını kıldırdı.
Camide, ayrıca dine, devlete, mâzide hizmet eden şehid ve gazilere duâlar edildi ve bu güzel beldeyi fethedenin ismi anıldı, ordu ve milletin payidar olması için de Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulunuldu.
* * *
Genç Fatih, İstanbul’u teslim aldıktan sonra, vakit öğle üzeri iken Topkapı’dan şehre girdi.
Yerleşik halkın tezahüratı, askerin tekbirleri ve okunan coşkulu ezan sesleri arasında Ayasofya’ya kadar geldi.
Burada da ayrıca toplanmış olan kadınlı–erkekli kalabalık halk, başlarında rütbeli rahipler olduğu halde, Doğu Roma Fatih’ini Ayasofya’nın kapısı önünde görünce, hazin gözyaşlarıyla yerlere kapandılar.
Sultan Fatih, onları sükûna dâvet ettikten sonra şöyle seslendi: “Kalkınız! Ben Sultan Mehmed. Siz şu andan itibaren hayatınız ve hürriyetiniz hususunda artık gazabımdan korkmayın. Can, mal, din ve nâmus hürriyetiniz teminatım altındadır.”
* * *
1453’ten tâ 1934’e kadar tam 481 sene cami olarak hizmet veren ve aralıksız şekilde minarelerinden Ezan-ı Muhammedî okunan Ayasofya, yaklaşık seksen yıldır melûl ve mahzûn bir durumda.
Öyle ki, İstanbul’un İngiliz ve müttefiklerinin işgali altında olduğu yıllarda bile, kimse Ayasofya’ya dokunamadı, bu mabedin içine nâmahrem ecnebi ayağı girmedi, değmedi.
Ayasofya’nın içinde ölümüne görev yapan bir Osmanlı taburu, kendileriyle birlikte binayı da her ân için havaya uçurmaya hazır vaziyette bekleyip nöbet tutarak, işgalcilerin buraya ayak basmasına izin vermedi.
Ve, ne yazık ki, işgalci kuvvetlerin bile girip kirletemediği Ayasofya, mahiyeti karanlık bir Bakanlak Kurulu Kararıyla, kiliseden de beter bir hale sokularak, bütün Ümmet-i Muhammed, dehşetli bir kahır ve azaba dûçâr edilmiş oldu.
Bakalım, bu dahilî kahır ve ıztırab ne zaman sona erecek...