Aynen Şeflik Devrinde olduğu gibi:
Hem Vali, hem Belediye Başkanı, hem CHP İl Başkanı
(Hem Devlet Başkanı, hem Hükûmet Başkanı, hem Parti Başkanı)
Türkiye’nin “Şeflik Dönemi” yahut “Tek Parti Devri” diye de isimlendirilen 1946 öncesi devlet, hükûmet ve belediye yapılanmasında çok tuhaf uygulamalar denenmiş.
Bunlardan biri, günümüz gelişmeleriyle de bağlantısı bulunan, üç büyük vazifenin aynı kişide toplanması gibi: Yani, aynı kişi hem vali, hem belediye başkanı iken, aynı zamanda parti il başkanı da oluyordu...
Bu “üçü bir yerde” formülü, müflis bir tecrübe olarak tarihe geçi. “Geçti” diyoruz; zira, hakikaten geçti diye biliyorduk. Ne var ki, tarihin yeniden tekerrür etmesi ihtimali ile şimdi bir kez daha karşı karşıya gelmiş olduğumuzu görüyoruz.
16 Nisan’da yapılacak olan referandumdan şayet EVET çıkarsa, o köhnemiş formül, bu kez yüksek “devlet katında” tatbik sahasına konulacak. Buna göre, Cumhurbaşkanı seçilen kişi, hem Devlet Başkanı, hem Hükûmet Başkanı iken, aynı zamanda Parti Başkanı olarak kalmaya devam edecek.
Medenî dünyanın hiçbir yerinde eşi-benzeri olmayan böylesi bir ucûbe sistemin “dahası” da var ki, bunların bir kısmına aşağıda temas etmeye çalışalım.
Köhne 46 öncesi durum
Cumhuriyet Halk Partisinin 1931 ve 1935’te yaptığı kongrelerin “Kurultay Tutanağı” sayfalarında (S: 259; 105), valilerin, aynı zamanda belediye başkanı ve CHP il başkanı yapılması yönündeki bir uygulamaya, kademeli şekilde karar verildiğini görmekteyiz.
İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirler başta olmak üzere, kısa sürede diğer illerde de tatbik edilen bu “tekelci sistem”, zamanla ilçeleri ve kasabaları dahi içine alacak şekilde genelleştirildi.
Yani, valiler gibi, kaymakamlara da hem belediye başkanı, hem parti ilçe başkanlığı yetki makamları peşkeş edildi: Meselâ, “başından bulan” Nevzat Tandoğan ile Ankara’da böyle bir dönem yaşandı... Keza, Muhittin Üstündağ, Lütfi Kırdar ve “Küçük Vali” Fahrettin Kerim Gökay ile İstanbul’da aynı sistem—gel-gitli şekilde de olsa—tatbik edildi.
Ayrıca, ara ara şu tarz uygulamalar da denendi: Cumhurbaşkanı, aynı zamanda CHP Genel Başkanı (M. Kemal, İ. İnönü); Başbakan, aynı zamanda CHP Genel Başkanı Vekili; İşiçleri Bakanı, CHP Genel Sekreteri; Umumî Müfettişler, aynı zamanda parti müfettişleri, vesâire...
Yukarıda bahsini ettiğimiz “üçü bir yerde” tarzındaki ucûbe sistem, ileriki zamanlarda, meselâ 27 Mayıs Darbesi ve 12 Eylül İhtilâli sonrasında da kısa süreli olarak uygulandı.
Tarih tekerrür mü ediyor?
Eski Halk Partisinin kendisi bile, o eski uygulamaları beğenmeyerek, tâ 1946 öncesinde denemiş olduğu bir köhne sistemi terk ile reddettiği halde, ne hikmetse, “muasır medeniyetler seviyesi”nin bile üzerine çıkma iddiasındaki AKP tarafından, o sistemin bir benzeri, üstelik devletin en üst katmanında tatbik sahasına konulmak isteniyor.
Yani, bir vilayeti idare etmeye bile kifâyet etmeyen o “tek adam sistemi”, şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tepesine monte edilmeye çalışılıyor.
İşte, 16 Nisan’daki referandumdan şayet EVET çıkarsa, bu durumda, Cumhurbaşkanı olan kişi, hem Devlet Başkanı (temsil), hem Hükûmet Başkanı (yürütme), hem de Parti Genel Başkanı (politikacı) olarak, ülkenin topyekûn yönetiminde tek başına yetkili bir konumda olacak.
Bitmedi, bunun dahası da var: Başa geçtikten sonra, adliyesi, siyaseti, diplomasisi, bürokrasisi, medyası, hatta özel sektörü ve sâiresiyle birlikte, herşeyi keyfî bir sürette yeni baştan dizayn etmeye koyulacak. Bundan da hiç kimsenin bir şüphesi olmasın.
Nitekim, bunun emareleri şu 18 maddelik yeni Anayasa değişiklik teklifinde dahi görünüyor. İşte, bunlardan sadece bir tek örnek:
Üye sayısı 22 olan eski HSYK’da Cumhurbaşkanı 6 üye belirlerken, üye sayısı 13’e düşürülen HSK’lı yeni teklife göre, Cumhurbaşkanı yine 6 üyeyi belirleyecek.
Üstelik, Adalet Bakanı Başkan, onun Müsteşarı da bu kurulun tabiî üyesidir... Bu durumda “yargının bağımsızlığı”ndan söz etmek, hiç mümkün müdür?
İşte, yargının düşürülmek istenen bu tekelci hali, değiştirilmek, daha doğrusu inhisar altına alınmak istenen diğer kurum ve kuruluşlara kıyas etmeli ve nihaî kararı ona göre vermeli.
Son bir not: Dünyaya âlet edilmemesi gereken Risâle-i Nur’u bile inhisar altına almak isteyen bir zihniyetin, ayrıca tekelleştirmeyeceği hemen hiçbir yapı, değer, müessese veya işleyiş yoktur kanaatindeyiz.
@salihoglulatif:
İslâmiyet düşmanı zalim İsrail, adım adım Ezân'a yasak getirirken, Müslüman Türkiye'den yükselecek bir ‘Eyy İsrail! nidâsı bekliyoruz.