İki türlü cesaret var: Biri âlim cesareti, diğeri ise cahil cesaretidir.
Birincisinin kaynağı ilim ve imandır. İkincisinin dayanağı ise cehalettir: “Cahil cesur olur” sözü bunun bir yansımasıdır.
“Cahilin cesareti”ne takılıp kalmamalı. Zira, fazla bir işe yaramaz. Faydadan çok zararı var. Bu sebeple, üzerinde durmaya hiç hacet yok... O halde, aslolan, ilimden ve imandan beslenen cesarettir. Onun üzerinde durmalı, onu nazara vermeli, onun lüzumunu, kıymetini, ehemmiyetini anlatmalı.
Zira, bu imânî “cesaret” ile “korku” duygusu bir yerde durmaz, aynı yerde barınamaz. Biri girerse kalbe, diğeri çeker gider.
İlmin ve imanın kuvvet vermiş olduğu ayrıca bir “medenî cesaret” meziyeti vardır ki, bunun da en belirgin özelliği, işi şahsiyete çekmeden, hissiyata veya husumete bindirmeden, hak ve hakikati olduğu gibi söylemeyi, anlatmayı ve ilgili kimselere, özellikle idareci konumunda olanlara usûlü dairesinde yansıtmayı iktiza eder.
Korkunun dağları sardığı zamanlarda, bizim fikriyatımızı çekinmeden izhâr etmemize şaşıranlar, bizi anlamakta zorluk çekenler, bilhassa bu noktaya dikkat kesilsinler. Mütalâa ve değerlendirmelerini de ona göre yapsınlar.
Hürriyet, serbetiyet, adâlet ve şeffâfiyetten yana
Zaman ve mekân şartları içinde halkı ve ülkeyi yönetenlerin sıfat veya unvanları sürekli şekilde hep değişegelmiş.
Meselâ: Bey, ağa, kral, han, hakan, sultan, hâkim, hükümdar, şâh, padişah, imparator, reis, vezir, sadrâzam, başkan, başbakan, genel başkan gibi...
Makam ve unvanları ne olsursa olsun, yönetim tarzlarında iki temel nokta daima dikkate değer şekilde görülmüş ve genel değerlendirmeler ona göre yapılmıştır: Zulüm ve adâlet...
Evet, özellikle bunların hangisinin ağır bastığı ve hangisinin hafife alındığı hususu daima göz önünde bulundurulmuştur.
Adâleti tesis etmenin öncesi zor da olsa, sonrasında işler nisbeten kolaylaşıyor. Zulme yönelmede ise, durum tam tersine: Öncesi kolay gibi görünmekle beraber, sonrası herkes için zor ve sıkıntılı.
Adâletle hükmetmek isteyenler, daima açıklıktan ve şeffaflıktan yana olurlar. Zulme meyledenler ise, yine bunun tersini yaparlar: Her şeyi gizli, örtülü ve kapalı devre şeklinde yürütmenin bir yolunu bulmaya bakarlar.
* * *
Oysa, açıklık açıklığı, kapalılık da kapalılığı tetikleyip besler; dolayısıyla, bütün işler, yukarıdan aşağıya doğru aynı minval üzere, yani birbirine “benzemeklik” tarzında şekillenmeye başlar.
Hatta, gerekçeler de ona göre bulunup sıralanır.
Herkes için müşterek fayda, açıklıkta ve şeffaflıkta olduğu şüphe götürmez bir gerçek.
Evet, açık rejim ve sisteme dayalı yönetimlerde, yöneticiler fenâ kişiler olsa bile, adâleti sağlamak ve zulmün önüne geçmek nisbeten kolaydır.
Rejim "kapalı devre" sisteme yatıp meylettikçe, baskı ve haksızlıklara karşı mücadele de müşkilleşir.
Dolayısıyla, insan temel hak ve hürriyetleri noktasında savunulacak ideal sistem, halkı duyan, bilen, onun iradesine değer verip dikkate alan “açık rejim” tarzıdır.
Ama, buna rağmen, yönetimin başına geçen şahıs, şahıslar, ekipler, vs, âdil olabildiği gibi, zalim de olabilirler.
Keza, kişilerin iyi, temiz ve düzgün olması, sistemi temize çıkarmadığı gibi, sistemin düzgün ve ideal olması da, idarecilerin pîr û pâk kimselerden müteşekkil olduğunu göstermez.
Eskileri tenkit kolay...
Geçmişte olduğu gibi, şüphesiz zamanımızda da hem zalim, hem de âdil yöneticiler vardır, olmuştur ve olmaktadır.
Şu var ki: Tarihe mal olmuş idarecileri farklı yönleriyle değerlendirmek, hatta eleştirmek hem rahat, hem gayet kolaydır.
Ama aslolan, halen hayatta ve işbaşında olanlar hakkında rahat ve serbest şekilde, yani hiç çekinmeden yazmak, konuşmak ve onların yanlışlarını yapıcı yönde tenkit etmektir.
Bu ise, essahtan cesaret ister: İlimden ve imandan beslenen medenî cesaret.
***
@salihoglulatif:
Zeytinlikler, “babamızın malı” değil sadece... Dedelerimizin-atalarımızın. çocuklarımızın-torunlarımızın da malı.
* * *
Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor. (BSN; 30. Lem'a)