Diyanet İşleri Başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki (3. Başkan) gibi, onunla pek mânidar bir hatırası olan İnebolu’lu Selâhaddin Çelebi’nin vefatı da yılın aynı gününe, yani 9 Ocak gününe tevâfuk etti.
Antalya Akseki Müftüsü’nün oğlu olan Ahmet Hamdi Hoca’nın, aynı zamanda Osman Yüksel Serdengeçti ile de yakın akrabalıkları var.
Selâhaddin Çelebi ise, İnebolu kahramanlarından Nazif Çelebi’nin oğludur.
Şimdi, tarih sırasına göre bu iki muhterem zâtın kısa biyografisine bakalım.
Bediüzzaman, asrın dehrîsidir
Ahmet Hamdi Bey, 1887’de Akseki’de (Güzelsu) doğdu, 9 Ocak 1951’de Ankara’da vazife başında iken vefat etti.
Kur’ân okumayı babasından öğrendikten sonra, Mecidiye Medresesi'nde tahsil gördü.
Bir müddet de Ödemiş'te dinî ilimleri tahsil ettikten sonra İstanbul'a gelerek, yüksek tahsilini Fatih'teki medreselerde ikmâl etti.
Buradaki Medresetül-Mütehassısîn'i birincilikle bitirdi ve aynı ilim dairesinde hoca (Dersiâm) oldu.
Diyanet dairesinde de uzun yıllar çalıştı. Birinci Reis Börekçi’den sonra Yaltkaya döneminde de görev yaptı ve 1947’de Diyanet İşleri Başkanlığına atandı.
İşte, bu makamda bulunduğu esnada kendisini ziyaret eden Selâhaddin Çelebi, onunla Risâle-i Nur ve Üstad Bediüzzzaman ile ilgili unutulmaz bir hatıra yaşıyor. Bu hikâyenin hülâsası şöyledir:
Haziran 1944’te Denizli Hapsinden çıktıktan sonra bir müddet Şehir Palas Oteli’nde Üstad Bediüzzaman’ın hizmetinde bulunan Selâhaddin Çelebi, Hasan Feyzi gibi kahramanların o hizmeti devralmasıyla Denizli’den ayrılır.
Üstadının tavsiyesiyle, önce Ankara’ya gider, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ziyaret eder. Başkanlık koltuğunda, M. Kemal’in Dolmabahçe’deki cenaze namazını kıldıran Şerafettin Yaltkaya var. Yaltkaya, bu ziyareti oldukça soğuk karşılar. Bu sebeple, istenen maksat hasıl olmaz.
Üstadına sâdık bir talebe olan kahraman Selâhaddin, yıllar sonra ise, yine Ankara’ya gider ve bu kez Diyanet Reisliğine getirilen Ahmet Hamdi Akseki’yi aynı maksatla ziyaret eder.
Sebeb-i ziyaret olan mevzubahis açılınca, Akseki Hoca, kendisine şunları söyler: “Üstad Bediüzzaman, bu asrın dehrîsidir. Hayatı, eserleri, Kur’ân ve hadis çerçevesi içinde bulunmaktadır. Onda menfî milliyetçilik ve ırkçılık yoktur. Kendisi İslâmiyet milliyetini savunur. Türk milletinin de bu kudsî milliyetin bayraktarı olduğunu ifade eder.”
Babasına lâyık bir evlât
1913 doğumlu olan Selâhaddin Çelebi, 1936’da Kastamonu’daki 131. Alaydan terhis olduğunda, Bediüzzaman ismindeki âlim bir zatın sürgün olarak Kastamonu’ya geldiğini duyar.
Meseleyi biraz araştırdığında ise, bu zatın karakolun daimî gözetimindeki bir evde yapayalnız yaşadığını ve kimse ile görüştürülmediğini öğrenir.
Bu bilgileri, terhis olup İnebolu’ya geldiğinde, ayrıca babasıyla da paylaşır. Babası ise, o zatı tanıdığını ve yarından tezi yok derhal Kastamonu’ya gideceğini söyler.
Babasından kısa bir süre sonra, elinde Âyet-i Hasbiye Risâlesi (4. Şuâ) olduğu halde Kastamonu’ya giden Selâhaddin Çelebi, ziyaretine gittiği Üstad Bediüzzaman’ın evde olmadığını, 6-7 kilometre uzaklıktaki Karadağ mevkiine gittiğini öğrenir.
Kendisi de doğruca oraya gider ve o tenhada Hz. Bediüzzaman’la yakînen tanışır. Ve—tıpkı babası gibi—bir daha ayrılmamacasına Nur’un hizmetine dahil olur. Özetle:
- Baba ile oğul Çelebiler, 1930’lu yılların ortalarında Kastamonu’da ziyaret ettikleri Üstad Bediüzzaman’ın hizmetine girerler, Risâle–i Nur’a birlikte talebe olurlar.
-Baba ile oğul, 1943’te Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edilirler, 1944 Haziran’ında birlikte beraat ederler.
-Baba ile oğul birlikte, 1948’de Afyon Hapishanesi’nde de aynı kaderi paylaşırlar.
-Baba ile oğul, 1940’lı yılların ortalarında İstanbul’dan satın alıp getirttikleri teksir makinesiyle Nur Risâlelerini neşretmeye başlarlar.
-Baba ile oğulun hizmet hayatı gibi, vefat hadiseleri arasında da düşündürücü bir tevâfuk var: İkisi de hac fârizasını ifâ ettikten kısa bir süre sonra Hakk’ın rahmetine kavuşurlar. Baba 1964, oğul ise 1977’de vefat eder.
Ne mutlu onlara... Cenâb-ı Hak, ganî ganî rahmet eyleye…
@salihoglulatif: Dünya dediğin, kuyruğu yağlı-kaygan bir tazıya benzer. Peşinden hırsla koşturup durursun; tam "Aha, yakaladım!" diye sevinirsin; ama, hoop elinden kayıverip gittiğini görürsün.