Suriye’nin en gözde, en mübarek şehri olan "Şam-ı Şerif" Osmanlı'nın idaresinden çıkarak, 1 Ekim 1918’de bölgedeki İngiliz işgalci kuvvetlerin eline geçti.
Yaklaşık 100 sene evvel yaşanan bu elim hadise, İslâmın bağrına bir hançer gibi saplandı. Bu hançeri saplandığı yerden çıkarmak bir yana, aynı topraklarda yaşayan—çoğu maşa—ahmak gruplar, işgalcilere bile rahmet okutacak derecede, yek diğerini boğazlamakla meşgul.
Oysa Suriye-Filistin Cephesi, 100 yıl önce vuku bulan işgal döneminden evvelki 400 yıllık (1517-1917) zaman içinde tarihin en mutlu, en huzurlu, en güvenli devresini yaşadı.
Tekrar o mânâdaki bir devir yaşanabilir mi? Böyle bir şey mümkün mü? Şüphesiz Allah bilir; ancak, şayet huzur-güven avdet edecekse, yine Sultan Selim’in temel gayesi olan “İttihad-ı İslâm” fikriyatının kemâl-i şuurla idrak edilmesi lâzım, hatta elzemdir.
* * *
Evet, Suriye toprakları, bugün maalesef hemen her yönüyle acınacak bir halde. Şam ve Halep gibi büyük şehirleri bile, birer hayâlete, birer harabezâra dönmüş durumda.
Üstelik, buraları düzeltmenin, bu vahim gidişatı normale döndürmenin inisiyatifi de bizim, yani Müslümanların elinde değil.
Yüz yıl önceki işgalci zihniyet, yine iş başında. Bir taraftan insanları birbirine karşı kışkırtmaya, bir taraftan da bölgedeki silâh tezgâhlarını ve sair ticarî pazarlarını geliştirmeye çalışıyorlar. Dökülen ise, mü’min ve Müslüman kanı.
* * *
1917’de yaşanan Suriye-Filistin Cephesindeki çöküşün hemen ardından, Osmanlı'nın elindeki Suriye’nin kadim şehirleri birer birer düşmeye başladı. Şöyle ki: 1 Ekim 1918’de, 402 senedir Osmanlı'nın idaresinde bulunan ve "Şam-ı Şerif" olarak bilinen Suriye'nin en büyük, en mübarek şehri düştü.
İngiliz kuvvetlerinin şehri işgale başlaması üzerine, Osmanlı kuvvetleri Halep'e doğru çekildi.
Halep'te yeni ordu karargâhı kuruldu. Ancak, çöküş ve gerileme devam etti. 27 Ekim günü, ne yazık ki Halep şehri elden çıktı.
* * *
Birinci Dünya Savaşı tam da bitmek üzereyken, Şam ve Halep'in elden gitmesi, Osmanlı için son iki büyük fâcia idi.
Dört yıldır yaşanan felâketlere ve sadece üç gün sonra (30 Ekim 1918) imzalanacak olan Mondros Mütarekesine rağmen, düşmana karşı yine de kahramanca direnen Arap-Osmanlı şehirleri oldu: Musul, Medine ve Trablus (Libya) gibi...
Ne var ki, bunların direnişi de uzun sürmedi. Zira, imzalanan antlaşma ile hem Osmanlı'nın mağlûbiyeti tescil edilmiş, hem de Kuzey Afrika ve Arabistan'da görev yapan Osmanlı paşalarının bir kısmı İngilizlerle adeta “el altından” anlaşmışlar gibi, tuhaf bir işbirliği içine girmişlerdi.
* * *
Evet, İngiliz, Fransız ve İtalyan ordularının sâir İslâm beldelerindeki bu son başarılarını, sadece kendi öz kuvvetleriyle izah etmek mümkün görünmüyor.
Zira, bunlar harbin tâ başından (1914) itibaren düşmana karşı dayanmışlar, direnmişler ve ta 1918 yılı sonlarına kadar da Osmanlı'ya olan bağlılıklarını devam ettirmişlerdir.
İtilâf devletleri, yıllardır Arabistan ve diğer yerlerde faaliyet yürüttükleri halde, bir türlü maksatlarına ulaşamıyorlardı. Osmanlı'nın çok zayıf düştüğü yerlerde bile, Arap ve Berberî kabileler direniyor ve gayr-ı müslim kuvvetlere teslim olmayı kabullenmiyordu.
İşte, ne olduysa 1917-18 yıllarında oldu. Sanki, Osmanlı içinde bulunan bir gizli el, Ortadoğu'daki bütün Osmanlı belde ve eyaletlerini ecnebi kuvvetlerine “Yıldırım hızıyla” peşkeş ediyordu.
Bu arada, cephelerde sürdürülen savaşlar da, göstermelik olmaktan öteye gitmiyordu. (Nablus gibi.)
Demek ki, "işin içinde iş var"dı. Kimi İttihatçı paşalar, adeta İngilizlerin hesabına çalışıyordu.
O beldelerin bu derece kolay, çabuk ve çok ağır kayıplarla (4., 7. ve 8. Ordudan on binlerce asker) elimizden çıkmış olmasının gizli-açık sebeplerini iyice araştırıp bulmak ve gözler önüne sermek gerekir.
Aksi halde, insanlarımıza doğru tarihi göstermiş, öğretmiş sayılmayız. Kezâ, bugün olup biteni de anlayamaz ve anlatamayız.
@salihoglulatif: Ayrıcalık, imtiyaz ve üstünlük meyli, sıdk, ihlâs, uhuvvet ve muhabbet meyanında öldürücü zehir gibidir: Himmeti dağıtır; menbaı tüketip kurutur.