Vesayetçi siyasetin toplumda kundaklamadığı, içine fitne-fesat karıştırmadığı, ihtilâf-inşikak çıkarmadığı hemen hiçbir grup, cemaat, camia, hatta aile kalmadı.
Habire körüklenen bu fitnekârlık sebebiyle, birbirini kırmayan, herhangi bir yakınıyla sürtüşme içine girmeyen hemen hiç kimse kalmadı.
Sırtını vesayete dayamış olan meddahlar, bilhassa son zamanlarda öylesine hırçınlaşmaya başladılar ki, hayret etmemek elde değil.
İşte size bizzat yaşadığım ve yakînen şahit olduğum birçok vak’adan çarpıcı ve ibret yüklü bir tek misâl:
Hikâyenin kahramanı dört kişidir. En az yirmi yıldır tanışan, aynı dâvâya gönül vermiş kardeş kimseler. Bunlardan iki tanesi, kırklı yaşlarda olup aynı zamanda neseben de kardeştirler.
Eskiden çok mülâyim, şimdi ise alabildiğine yırtıcı ve hırçınlaşmış olan küçük kardeş, sohbet faslına doğrudan bize çatmakla başladı. Özetle şunları söyledi: “Şu Yeni Asya’ya ne oluyor? Siz kendinizi ne zannediyorsunuz? Erdoğan ve Ak Parti Risâle-i Nur’a hizmet etmek istiyor, siz ise buna hep engel olmaya çalışıyorsunuz. Reisimiz, Risâle-i Nur’u devletin himayesine almak istiyor. Bu, tâ kıyamete kadar kimsenin asliyetine dokunamayacağı, bozamayacağı bir himaye niyeti ve gayretidir. Ama, siz bunu bir türlü anlayamıyorsunuz. Yazıklar olsun!”
Tabiî, fikrî muhakeme berhava olup gittiği ve aklını başkasının cebine koyup “tamâmen duygusal” bir hale sukût ettiği için, me’hazdaki bilgiler ve yaşanan gelişmeler ışığında verdiğimiz cevaplar, yaptığımız izahlar karşısında yine de ikna olmadı; ama biiznillah ilzam olup kaldı.
Ardından, onun şefkatli, pek mülâyim büyük kardeşi söze başladı. O da, kısaca şunu söyledi: “Kardeşim, senin şu haline hayret ediyorum. Hem şaşırıyor, hem de çok üzüntü duyuyorum. Çünkü, sen daha önceleri bize geldiğinde, hep ‘iman, ahlâk, fazilet’ten söz eder, hizmet-i Nuriyeden müjdeli haberler verirdin. Siyasî konulara pek girmezdin. Böyle çata-çat tartışmalardan hepten uzak dururdun. Son zamanlarda ne oldu sana böyle? Gören duyan, seni Erdoğan’ın meddahı, AKP’nin avukatı zannedecek. Doğrusu, hiç yakıştıramadım ve çok da üzülüyorum bu haline.”
Küçük hırçın kesip attı ve sohbeti bitiren, hatta bütün o konuşulanları gereksiz kılan şu keskin sözleri sarf etti: “Ben, Erdoğan’ı Halife-i Rû-yi Zemin olarak görüyorum. Siyasetin Mehdisi olduğuna inanıyorum. Öyle gördüğüm ve inandığım için, ona biat ettim. Kardeşim olarak, seni de ona biat etmeye dâvet ediyorum.”
İşte size vesayetin, teslimiyetin, taassubun, tarafgirliğin daniskası.
Evet, cidden esareti andıran bir vesayet. Tam bir manevî boyunduruk hali. Allah’ın gayretine dokunacak, üzerimize İlâhî gazabı celb edecek bir vahâmet, bir katmerli gaflet derekesi... Cenâb-ı Hak, cümlemizi muhafaza buyursun ve bu ağır gafleti izale eylesin.
Kan ve terör üzerinden siyaset
2011 genel seçimlerinde sandıkları patlatan oy akışının en önemli bir sebebi müflis “Çılgın Proje” olduğu gibi, 2014 ve 2015’teki referandumun, seçimlerin dinamosu da müflis “Çözüm Süreci” muammasıydı...
Bu müflis projeler, gerçekte bir kandırmacanın, bir aldatmacanın daniskasıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
7 Haziran’a (2015) kadar olan hemen bütün tv programlarında, bütün salon ve meydan mitinglerinde söyleyip durdukları şuydu: “Biz bir Çözüm Sürecini başlattık, akan kanı durdurduk. Bakın, hiç cenaze geliyor mu? Bölgede çatışma yaşanıyor mu? Artık analar ağlıyor mu?”
Eee? Ne demek istiyorsun?
“Bakın bunu ben sağladım, ben. Onun için, bana oy verin ki...”
Ve, 7 Haziran’dan sonra durum tam tersine döndü. Çatışma hali olanca hızıyla şiddetlendi. Yeniden oluk oluk kan akmaya, peşpeşe cenazeler gelmeye ve analar tekrar gözyaşı dökmeye başladı.
Ama, “Çözüm Sürecinin sahibi olarak, akan kanı ben durdurdum” diye böbürlenenler, bu kez çıkıp “Öyle anlaşılıyor ki, Çözüm Süreci boyunca, bunlar habire silâh stoklamışlar, oraya-buraya yığınak yapmışlar... Yaptıkları alçaklığı görüyor musun?”
Ben o alçaklığı tâ başından beri biliyor ve görüyordum; ama, gafletin böylesine ilk defa şahit oluyorum.
Her ne ise...
Peki, şimdi bizden ne istiyorsun?
“Akan kanı durdurmak için, bana 1 Kasım’da daha fazla oy verin.”
Yani, kan aksa da, dursa da, illa bizden oy istiyorsun.
Yazı da gelse senin, tura da gelse, öyle mi?
“Tabiî ki. Çünkü kanı durduran benim; terörü azdıransa başkası.”
Cidden, oy toplama işinde ve netice odaklı siyaset sanatını icrâ etmekte başarılısın. Bu gerçeği kabul ve teslim etmek lâzım.
Ama, bakalım 1 Kasım’da da aynısı olacak mı? Yani, beklediğin o yüksek oy oranını bulabilecek misin?
Yine birinci parti olacağın kesin; ancak, buna rağmen sonuçtan memnun kalacağın şüpheli.
Çünkü, kan ve terör üzerinden şimdiye kadar sürdürmüş olduğun politikalar inandırıcılığını kaybetti.
“Çözüm Süreci” denen ucûbe proje, büyük oranda çöktü, iflâs etti.
Bir önceki seçimde dayatmış olduğun “Başkanlık” hayali suya düştü.
Ama, buna rağmen daha büyük hayaller peşinden koşarak bu milleti 1 Kasım seçimlerine mecbur ettin.
Aslında, bunun bir dayatma olduğunu hemen herkes biliyor, görüyor; aklını senin cebine koyanlar hariç.
Evet, bize göre de 1 Kasım seçimleri, bir dayatmadan ibarettir.
Hem öyle bir dayatma ki, yeni bir hükümet için kànunî süre olan 45 günlük zaman zarfında doğru dürüst bir “koalisyon görüşmesi”ne bile imkân, fırsat tanınmadı.
Dolayısıyla, 1 Kasım dayatması, aynı zamanda hür iradeyi küçümseme, seçim sonucunu hiçe sayma, milletin zekâsıyla alay etme, seçmene sürü muamelesi yapma, nihayet “Hata ettiniz” diye seçmeni azarlamaya kadar varan acayip anlamlara gelmektedir.
Bakalım, seçmen bu vesayetli dayatmaya razı olup boyun eğecek mi?
Kısaca: Seçmen, ya vesayeti kabul ile dayatmaya boyun eğecek, ya da hürriyeti seçerek vesayetin pabucunu dama atacak ve demokrasi maratonuna öyle devam edecek.
@salihoglulatif: 1 Kasım’da sandık başına gidecek olan milyonlar, aynı zamanda bir yol ayrımına da gelmiş olacak: Ya dayatmaya boyun eğerek vesayeti kabul edecek, ya da tam demokrasi için hürriyeti tercih edecek.