7 Haziran’da oluşan siyasî yapının nasıl şekilleneceğini belirleyecek göstergelerden ilki, Meclis Başkanlığı seçimiydi.
Ve normalde yeni başkanın, seçimden güç kaybederek de olsa birinci çıkan AKP’den seçilmesi, beklenen bir sonuçtu. Nitekim öyle oldu.
Ancak AKP oylarını dokuz puan düşüren seçmenin verdiği mesajın gereği açısından bakıldığı takdirde, başkanın iktidar partisinden değil, muhalefetten seçilmesi de kesinlikle yadırganmaz; hattâ böyle bir neticenin seçim sonucuyla daha uyumlu olduğu dahi söylenebilirdi.
Ve muhalefet partileri buna yönelik akılcı bir stratejide birleşebilmiş olsalardı, başkanlığı AKP’ye kaptırmayabilirlerdi.
Meselâ bu noktada akla gelen ve uygulanabilirliği en kolay formüllerden biri, Cumhurbaşkanlığı seçiminde bütün olumsuzluklara rağmen kayda değer bir başarıya ulaşmış olan çatı aday modelinin Meclis Başkanlığı seçiminde de hayata geçirilmesiydi. CHP 3. turda İhsanoğlu’na destek verseydi, başkanlık yarışında ipi göğüsleyen isim o olabilirdi.
Böylece bir anlamda Cumhurbaşkanlığı seçiminin de karşılığı verilmiş olurdu.
Ama CHP’nin “Çatı falan kalmadı” diyerek sergilediği anlamsız ve mantıksız tavır, MHP’nin son turdaki boş oy abesiyeti ile birleşince, Meclis Başkanlığı göz göre göre AKP’ye hediye edilmiş oldu.
Bu noktada MHP’nin, yüzde 13’ü aşkın oy alarak 80 milletvekiliyle Meclise giren HDP’yi hâlâ yok sayan tavrı da, muhalefetin ortak bir zeminde buluşmasına engel oluşturmaya devam ediyor.
Oysa bu hareket yok saymakla yok olmuyor. İşte var ve ama öyle, ama böyle 80 vekille parlamentoda temsil ediliyor.
O zaman bunu reddetmek yerine, düz ovada siyaset çizgisinde yürümeye teşvik etmek ve asgarî ortak noktalar bulmaya çalışmak daha doğru olmaz mı?
Görünen o ki, bu muhalefet anlayışı ve yapısı ile Türkiye’nin aradığı demokratik dengeyi yakalayabilmesi çok zor.
Bakalım, Meclis Başkanlığını alması AKP’nin önünü açacak ve koalisyon pazarlıklarından bir hükümet çıkacak mı?