Ceza hukukunun en temel prensipleri olan “Suç ve ceza şahsîdir; suçu kim işlediyse cezasını o çeker; kişi, kendisine isnad edilen suçu işlediği ispatlanıp bu iddia bağımsız mahkeme kararıyla kesinleşerek hükme bağlanıncaya kadar masum sayılır” ilkelerinin hiçe sayıldığı son derece anormal bir süreçten geçiyoruz.
“Hain” suçlamaları havada uçuşuyor.
O kadar ki, bu ithamlar iktidar cenahının kendi içinde bile ciddî bir boyuta ulaşmış durumda. Ahmet Taşgetiren’in “Kendi camiamız içinden çıkarılan ve her gün yeni isimler eklenerek kabartılan ‘hainler listesi’ bir başka savaş halini yansıtıyor” isyanı (Star, 9.3.16) bunun son örneklerinden.
Bu listeler için “Muhalif medyadan vs devşirilmiş değil” diyen Star yazarının böylece “Muhalif medyada yazanların hain ilan edilmesinde beis olmayabilir” gibi bir manaya kapıyı açması ayrıca üzerinde durulması gereken bir tuhaflık.
Ama ihanet ithamının iktidar cenahına da taşınıp, giderek kızışan bir iç çekişmede kullanılmasından şikâyet etmesi ilginç:
“Listede yer alanların hepsi tanıdığım isimler. Üstelik onları ‘dost’ tanıyorum. ‘Bizim’ diye nitelediğimiz gazetelerde köşelerini okuduğumuz insanlar. Her bir isim beni şaşırtıyor. Allah Allah diyorum, bunlar nasıl ihanet etmiş olabilirler ki?
“Ayrıca siyasetçiler de var aralarında. ‘Hain’ ne kelime, Lawrens bile olmuşlar!”
Şu sıralar “ihanet” Erdoğan’a karşı tanımlanıyorsa, yarın bir başkası güçlü olduğunda aynı kişilerin onunla ilgili de liste oluşturmaya yöneleceklerini belirten Taşgetiren, Cumhurbaşkanına, kadim dostlarını çağırarak birlikte geçmişteki zor günleri yad etmeleri ve “hainler listesi”ni ateşe atıp yakmaları çağrısında bulunuyor.
Önüne geleni hainlikle suçlama furyasının, en başta Erdoğan’ın bu kelimeyi çokça kullandığı öfkeli söylemlerinden de hız ve kuvvet alarak dolu dizgin devam ettiği bir ortamda bu çağrı, iletildiği adreslerde mâkes bulur mu, doğrusu bilemiyoruz.
Ama muhalif kesimlere yönelik olarak başlatılıp tam bir paranoyaya dönüşen ihanet suçlamasının, bumerang gibi geri dönerek çıkış adresini vurma noktasına gelmiş olması çok enteresan ve manidar.
Basın özgürlüğüne sahip çıkmayıp muhalif gazetelerin susturulmasına alkış tutan bir basın, Takrir-i Sükûn döneminde de arz-ı endam etmişti.
4 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ve olağanüstü yetkilere sahip istiklal mahkemeleriyle bütün muhalifler tasfiye edilmişti...