Osmanlıcanın alfabe ve dil olarak iki boyutu var. Tartışmanın da bu iki boyut çerçevesinde yürütülmesi lâzım.
Alfabe açısından bakıldığında, Osmanlıcada esas olarak Arap harfleri kullanılıyor. Ama Farsçadan ilave edilen bazı harfler de mevcut.
Osmanlıca alfabe muhafaza edilerek de Latin harflerine geçilebilirdi. Ki, Osmanlının son döneminden itibaren Batı dillerini öğrenen aydınlarla beraber bu geçiş süreci başlamıştı.
Ama Cumhuriyet sonrasında iktidarı ele geçiren kadronun İslama, Kur’an’a, Peygamberimize karşı tavrı, Kur’an alfabesinin tamamen terk edilmesi ve bunun zecrî yöntemlerle topluma dayatılması gibi bir tercihi netice verdi.
Bunun yol açtığı sıkıntı ve sancıları yaşadık.
Aşırılıkların tedricen törpülendiği demokratik süreç içinde dengeyi yeni yeni yakalıyoruz.
Ama bu defa da Osmanlıcanın harf devriminden rövanş alınıyormuş algısına yol açabilecek dayatmacı söylemlerle gündeme getirilmesi bu dengenin korunmasını zorlaştırıyor.
Konunun dil boyutuna da kısaca bakarsak:
Osmanlıcanın asırlar içinde Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerin eklenmesiyle oluşan bir karma dil olduğu öteden beri ifade edilmekte.
Bu dilin, bir yerden sonra, anlaşılması son derece zor, ağır ve ağdalı bir dile dönüştüğü de.
Buna karşı, yine Osmanlının son döneminde bu dili daha sade ve anlaşılır hale getirme çalışmalarının başladığı ve kimi yazarların bu yönde yoğun gayret gösterdiği de bilinmekte.
Hep söylendiği gibi, dil yaşayan bir varlık.
Toplumun gelişme seyri içinde şekillenip mecrasını bulacak ve tekâmül edecek bir varlık.
Bu açıdan Osmanlıca, üç dilin karışımı olma özelliğiyle alabildiğine zengin bir lisan ve aynı zamanda İslam toplumunun üç büyük kavmi olan Türkler, Araplar ve Farslar arasında ortak bir “kültür köprüsü” olma vasfına sahip.
Osmanlı kimliğini paylaşan Kürt, Boşnak, Laz, Gürcü, Arnavut... gibi sair kavimlerin dillerinden de birşeyler alıp içine katmış bir dil.
Bu zengin köprünün korunması gerekirdi.
Ama korunurken, birtakım gereksiz özentilerle bu dili anlaşılmaz hale getiren ağdalı ve ağır ifade biçimlerinin de dikkatli bir şekilde ayıklanıp tasfiye edilmesi ve bu tür aşırılıklardan arındırılması icab ederdi. Bu yapılamadı.
Dil devrimiyle ifrattan tefrite savrulundu.
Nesiller ecdatlarından koparıldı. Evlat babasını, torun dedesini anlayamaz hale getirildi.
Risale-i Nur’un tarihî bir misyonu da bu kopukluğun uçuruma dönüşmesini önlemesi...
tweet- Rasih Nuri İleri: Atatürk zamanında kısa dönemler haricinde sol neşriyat serbest idi, ancak Atatürk rejiminin yerilmesine izin yoktu.