12 Eylül öncesinin “anarşi ve terör” ortamında, devletin terörle mücadeleyi daha etkin şekilde yürütebilmesi gerekçesiyle Devlet Güvenlik Mahkemelerinin (DGM) kurulması gerektiği ifade edilip savunulmuştu. Hayata geçirilmesi 12 Eylül’den sonra gerçekleşti. Sıkıyönetim mahkemelerinin yerine, asker üyelerin de görev yaptığı DGM’ler kuruldu.
Vakti zamanında özellikle anarşistlerin yargılandığı terör davalarını daha sür’atli bir şekilde sonuçlandırmak için faaliyet gösteren bu mahkemeler, 28 Şubat’ta “irtica” davalarına yöneldi. O süreçteki yanlış ve haksız uygulamalara yöneltilen eleştiriler, mülga 163’ün yerine ikame edilen TCK 312 kapsamına sokularak yargılandı. Bilhassa 17 Ağustos depreminden sonra yapılan “İlâhî İkaz” yorumları sebebiyle Yeni Asya mensuplarının neredeyse tamamı, 312 soruşturma ve davaları sebebiyle sık sık DGM koridorlarını ve salonlarını arşınlamak zorunda bırakıldı.
DGM’lerdeki ilk değişiklik, üstelik Öcalan’ın yargılanması devam ediyorken, heyetlerde asker üyelerin varlığına son veren düzenlemenin yapılmasıyla gerçekleşti. Ardından DGM’ler tümüyle lağvedildi ve yerine özel yetkili ağır ceza mahkemeleri kuruldu. Cumhurbaşkanı Gül, bu mahkemeler için, “DGM’lerde sadece insanlar değişti, üniformalar çıktı, özünde birşey değişmedi” diye konuşmuş.
Şimdilerde Ergenekon, Balyoz, Kafes v.b. davalar bu mahkemelerde görülüyor. Ve bu davalardaki gözaltı ve tutuklama kararları, özellikle tevkif sürelerinin çok uzun tutulması, başından beri yoğun bir tartışma konusu. Öyle ki, Başbakan başta olmak hükümet üyeleri dahi davaların uzamasını ve uzun süreli tutuklamaları eleştiren beyanlarda bulunuyorlar.
Aynı davalarda aynı ithamlara maruz sanıklardan bazıları serbest kalırken bazılarının içeride tutulması ise, çifte standart eleştirilerini beraberinde getiriyor.
Meselâ Mustafa Balbay “Generaller dışarıdayken biz niye içerideyiz?” diyor.
Devlet Bakanı Bülent Arınç da “Silivri’de gücü olan kurtuluyor” derken, tutuklu sanıklardan Tuncay Özkan’ı kastederek “Meselâ orada günahım kadar sevmediğim biri var, ama adaletsizliğe tahammül edemeyiz” ifadesini kullanıyor.
Bunlar, söz konusu dava süreçlerinde aksayan birşeyler olduğunu gösteren önemli örnekler.
Şimdi de bunlara Hanefi Avcı örneği eklendi.
Orada yargılanan bazı insanların fikirlerini, dünya görüşlerini, ilişkilerini, mücadele yöntem ve üslûplarını onaylamak elbette mümkün değil. Ama bu, onların “âdil yargılanma hakkı”ndan istifade edemeyeceği anlamına gelmez. Tam tersine, herkes gibi onların da adalete ihtiyacı var.
Vaktiyle adaletsiz uygulamalara destek vermiş veya sessiz kalmış olsalar veya her türlü zulme kaynaklık oluşturabilen darbe girişimlerinde bir şekilde rol üstlenme iddiasıyla yargılansalar da...
Sonuç: Önce “anarşist”leri, sonra dindarları, şimdi de Ergenekonculuk ve darbecilikle suçlananları yargılayan “üniformasız DGM’ler” âcilen ciddî bir neşter bekliyor. Hukuk ve adalet adına.
***
Mübarek Ramazan ve bayram günleri hürmetine bile kalpleri yumuşamayıp haksız tutuklulukları inatla devam ettirenlere veyl olsun...