2008’de Yrd. Doç. Dr. İsmail Ermağan’ın sorularına cevaplarımız...
Dünden devam:
“AB Projesi, Türkiye’de bir devlet politikasıdır“ deniliyor. Türkiye’de devlet politikası oluşturma süreci nasıl? TBMM, MGK, partiler, ordu ve diğer aktörler beraber değerlendirildiğinde, ne kadar ağırlıkları söz konusu?
Türkiye’de “devlet politikası” denildiğinde ilk akla gelen şey, Genelkurmay, MGK ve bürokrasidir. Bunun sebebi, tek parti döneminden gelen ve ihtilâllerle pekiştirilen bürokratik vesayettir. Seçilmiş iktidarları zorlayan, zaman zaman iş yapamaz hale getiren, hattâ halkın verdiği iktidarı silâh zoruyla ellerinden alabilen yapı, 27 Mayıs anayasasının “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” deyip hemen peşinden “Millet bu egemenliği yetkili organlar eliyle kullanır” ibaresini eklemesiyle ihdas edilen ve 12 Eylül anayasasının, konumlarını daha da pekiştirerek sürdürdüğü özerk kurumlar vasıtasıyla bu vesayeti devam ettiriyor.
Klasik kuvvetler ayrılığı prensibi, Türkiye’ye yasama ve yürütme organlarının, AB kriterlerine göre bu organlara bağlı olarak çalışması gerektiği halde uygulamada tamamen özerk ve başına buyruk şekilde davranan kimi kurumlara söz geçirip onları denetleyemediği, ama buna karşılık antidemokratik ve çağdışı 12 Eylül anayasasına ilâveten, güvenlik eksenli devlet politikalarına temel teşkil eden ve gizli anayasa olarak da isimlendirilen Millî Güvenlik Siyaset Belgelerinin, seçilmiş hükümetlerin dışlandığı süreçlerde hazırlanarak, uygulanmak üzere hükümetlerin eline tutuşturuluyor olması da, devlet politikası kavramının Türkiye’de ne anlama geldiğinin daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir. Devlet politikasından söz edilirken sıkça başvurulan “partiler üstü” deyimi de, seçimle tanzim edilen siyasete ve halkın oylarıyla gelmiş siyasî iktidarlara “devlet iktidarı”nın çizdiği sınırları ifade eden bir söylemi yansıtıyor. Böylece partilere “Sizin görev ve yetki alanınızı halk değil, biz belirleriz” mesajı veriliyor.
İşte bu antidemokratik mekanizmanın ürettiği devlet politikası, uzun yıllar Türkiye’nin AB üyeliğini engelledi. Ama 1999 sonrasında AB’nin buna rağmen Türkiye’yi aday ülke ilân etmesiyle başlayan yeni süreç, bu engellemeyi etkisiz hale getirdi. Ne var ki, bu defa da engellemenin yerini, geciktirme, oyalama ve her fırsattan istifadeyle sabote etme taktikleri aldı. Şu anda bu süreç yaşanıyor. Yani, AB sürecinin devlet politikası olduğunun ifade edilmesi, olayın, bahsi geçen mekanizma tarafından artık engellenemeyecek bir noktaya geldiği için mecburen ve kerhen kabullenilmek zorunda kalındığını; ama buna rağmen sürecin yine “devlet parametreleri” çerçevesinde, olabildiğince geciktirilerek ve sulandırılarak götürülmesi aşamasına gelindiğini gösteriyor. Ve AB içindeki Türkiye aleyhtarlarının süreci engelleme girişimlerinden de medet umularak ve Türkiye’de “AB bizi almaz” propagandası aralıksız sürdürülerek, yine hangi merhalede olursa olsun, sürecin bir yerde durdurabileceği ümidiyle, derinlerdeki direniş hâlâ devam ediyor.
Yarın: AB’ye direniş reformlarla aşılır