Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığı, 17 Ağustos 1999 depreminden sonra o yılın Aralık ayında yapılan zirve toplantısında resmen kabul ve ilan edildi.
Öncesinde, uzun süredir devam eden şimdiki duruma benzer tarzda oyalama siyaseti izleyen AB’nin deprem sonrası bu tavrını değiştirmesinde, 17 Ağustos’un ardından devletin sergilediği hantallıkla bu yüzden halkın dûçar olduğu perişanlığı görmesinden kaynaklanan insanî duyarlılığın etkili olduğu söylendi.
Bir de Almanya’da Gerhard Schröder ve Fransa’da Jack Chirac gibi, sonrakilerle kıyas dahi kabul etmeyecek derecede geniş ufuk ve vizyon sahibi liderler bulunmasının.
AB zirvesinin ardından başlayan süreçte de Brüksel, Türkiye’deki kronik hukuk, özgürlük ve demokrasi sorunlarını yakından takibe başladı.
28 Şubat kâbusunun olanca ağırlığıyla ülkeye çöktüğü o sıkıntılı ve kasvetli dönemde hak ve özgürlük ihlallerinin kararlılıkla üzerine gitti.
Bilhassa asker üyelerin de görev yaptığı 12 Eylül ürünü DGM’leri, 1990’da kaldırılan TCK 163’ün yerine ikame edilen 312 ve öteden beri basın özgürlüğüne karşı Demokles’in kılıcı gibi sallandırılan 159 davalarını günü gününe izledi.
Öyle ki, DGM’ler eliyle ve bilhassa 312. kullanılarak Yeni Asya’ya yapılan yoğun baskıları yıllık raporlarında detaylarıyla kayda geçirdi.
Bu son derece sıkı takip sayesinde önce DGM’lerdeki asker üyeler çekildi, ardından bu mahkemeler tamamen kaldırıldı, 312 ve 169. maddeler de defalarca değiştirildi.
AKP iktidarının ilk iki yılında da bu takip büyük ölçüde devam etti.
Tâ 3 Ekim 2005’te adaylık müzakerelerini başlatma kararının alındığı 17 Aralık 2004 Brüksel zirvesine kadar. Ne zaman ki o karar çıktı; sonrasında hem Ankara frene bastı, hem de AB yakın takibi bıraktı.
Sonuçta bizimle aynı gün müzakerelere başlamış olan Hırvatistan birliğe üye olalı seneler geçti, ama biz hâlâ yerimizde sayıyoruz.
Ankara’nın hukuk ve demokrasi reformları bahsindeki isteksizliği ve ayak sürümesi ile AB’deki Türkiye karşıtı güçlerin bu tavrı birleşince, bugünkü noktaya gelip dayandık.
Gelinen noktada Brüksel Ankara’daki hukuk dışı ve antidemokratik gidişatı seyretmekle yetiniyor.
Bu ilkesiz ve duyarsız tutum ve yaklaşım ise, AB’nin kendi değerleriyle de çelişmesi anlamına geliyor.
***
- Adalet Bakanlığı Müsteşarlığına getirilen Selahaddin Menteş’i kutluyor, hukukçu-demokrat kimliğini yeni görevine de yansıtmasını diliyoruz.
- Menteş kimsenin güvenmediği OHAL Komisyonu başkanlığından müsteşarlığa geçiş yapıyor. Dileriz, yeni görevinde adalete hizmete muvaffak olur.
- 20 Temmuz 2016’da OHAL Mecliste 346 oyla kabul edilmişti. Ama sonraki uzatmaların hiçbirinde oy sayısı açıklanmadı. Neden? Niye gizleniyor?