Komünist Rusya’da, Sibirya’nın bir köyünde, memleketin güvenliği için tehdit olarak görülen bir din adamı köylü tarafından öldürülür. Maktul din adamı için cenaze merasimi yapılmaz ve cesedi köydeki dereye yuvarlanır.
Akıntıya kapılan ceset, derenin biraz aşağısında dinamitle balık avlayan balıkçıların hemen yakınında karaya vurur. Cesedi gören balıkçılar, “acaba bu adam dinamit yüzünden mi öldü” diye korkuya kapılırlar ve cesedi taşıyarak askeri bir kışlanın dikenli tellerine bırakırlar.
Kışlada o sırada nöbet tutan bir asker, tellerdeki bu hareketlilik üzerine basar tetiğe ve sağa sola rastgele ateş eder.
Çatışma sesi üzerine olay yerine gelen komutanlar cesedi görünce, sabıkası bir hayli kabarık olan ordunun günahlarına bir yenisi eklenmesin ve “askerler yine birisini infaz etmiş” denilmesin diye cesedi alıp hastaneye götürürler.
“Paşa korkusu” ile delik deşik olmuş cesedi ameliyat ediyormuş gibi yapan cerrah, saatler sonra ameliyathaneden çıkar ve basına şu demeci verir: “Ameliyat çok zor geçti, ama yaşayacak…”
Köşemizde ekserisi adalet üzerine olan yazılar yazıyoruz. Adliyeyi tenkit hakkımız her daim saklı. Adalete övgü hakkı da keza yine bizim.
Peki, kimlerin adaleti övmeye hakkı yoktur? Bir ülkede adalet genellikle, hakimler tarafından değil mahkumlar tarafından tenkit edilir. O halde adaleti de hakimler değil mahkumlar överse anlamlıdır.
Mesela, şifa dağıttığından bahisle kendisini öven bir doktorun sözleri ancak hastaları onu doğruladığı takdirde kıymetlidir. Hastaları doktordan şikayet ediyorken, doktorun tabibliğini methetmesi ancak kendisini kandırmak olur.
Bilhassa 15 Temmuz’dan sonra, vazifeye getirilen Adalet Bakanlarına baktığımızda, dikkatimizi çeken bir durum var. Hemen her konuşmalarında adliyeyi ve adaleti methediyorlar.
Ancak, Bakanların adalete olan bu övgüleri ne yazık ki muhataplarında karşılık bulmuyor. Çünkü 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’de, “devletin bekası” ve “milli güvenlik” bahane edilerek, adalet, güvenliğe kurban edildi.
Bugün, dostlar alışverişte görsün türünden “adaletimiz şöyle iyi, böyle güzel” tarzındaki açıklamaların, hikayemizdeki doktorun, “ameliyat çok zor geçti, ama yaşayacak” sözlerinden bir farkı yok.
Peki, bu yedi yıllık süreçte, milli güvenlik için adaletten ve özgürlüğünden vazgeçen ve iktidara tam destek veren Türk halkı ne kazandı?
Türkiye güvenliği sağlanmış bir ülke haline geldi mi? Hayır. Halen sınırlarda güvenlik zafiyetimiz var. Terör ne yazık ki bitmedi. Ve hakeza. Peki, biz özgürlüklerimizden niye vazgeçtik?
“Benjamin Franklin, “Geçici bir güvenlik için temel özgürlüklerinden vazgeçenler, ikisinden de mahrum kalmaya mahkumdurlar” der.
ABD’de yapılan bir ankete göre; ‘Terörizm tehdidinden korunmak için (güvenlik için) özgürlüklerinizden feragat eder misiniz?’ sorusuna, 11 Eylül olaylarının hemen akabinde Kasım 2001’de, % 71 evet, Temmuz 2005’de % 64 evet, olaydan yaklaşık 12 yıl sonra yani Nisan 2013’de ise % 43 evet oyu çıkmıştır.” (Kamu Özgürlüklerinin Sınırlandırılmasında Kamu Güvenliği Gerekçesinin Hukukiliği - Doç. Dr. Mehmet Güneş)
Yani güvenlik yitirilse dahi kısa zamanda yeniden tesis edilebilir. Ancak kaybedilmiş özgürlükleri tekrar kazanmak ve çöken adalet sistemini onarmak o kadar da kolay değil.
O halde soralım. Dimyat’ta beka aramaya devam mı?