Bediüzzaman’ın hayatında müstesna bir değeri haiz bulunan, büyük ağabeyi molla Abdullah’ın oğlu olan yeğeni Abdurrahman Nursî, 1903 yılında Nurs’ta dünyaya geldi.
Henüz çok genç yaşlarda iken İstanbul’a yerleşti. Eminönü ilçesi Hocapaşa Mahallesi’ne nüfus kaydını tescil ettiren Abdurrahman, amcasının Rusya’daki esaretten geldikten sonra yerleştiği İstanbul Çamlıca tepesindeki bir köşkte hayatını geçirmeye başladı.
Amcası Bediüzzaman o günlere ait hayat hatıralarını şöyle ifade eder:
“Bu hayatım, hayat-ı dünyevîye cihetinde bizim gibilere en mesûdane bir hayat sayılabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuştum; Darü’l-Hikmet’te, meslek-i ilmiyeme münasip, en alî bir tarzda neşr-i ilme muvaffakıyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’da oturuyordum. Hem, her şeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zekî, fedakâr, hem bir talebe, hem hizmetkâr, hem kâtip, hem evlâd-ı maneviyem beraberdi”1
İstanbul hayatına ait safhayı da Abdurrahman şöyle anlatıyor: “1334 (1918) senesinde esaretten geldikten sonra, amcam, rızası olmadan Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye aza tayin edildi. Fakat esarette çok sarsılmış olduğundan, bir müddet mezunen [izinli olarak] vazifeye gidemedi. Çok defa istifa etmek teşebbüsünde bulundu, fakat dostları bırakmadılar. Bunun üzerine Darü’l-Hikmet’e devama başladı. Hâline dikkat ediyordum ki; zarûretten fazla kendine masraf yapmıyordu. ‘Maîşetçe neden bu kadar muktesid yaşıyorsun?’ diyenlere cevaben, ‘Ben sevad-ı azama tabî olmak isterim. Sevad-ı azam ise, bu kadar tedarik edebilir. Ben, ekalliyet-i müsrifeye tabî olmak istemem’ demişlerdir.
“Darü’l-Hikmet’ten aldığı maaştan miktar-ı zarûreti ayırdıktan sonra, mütebakîsini bana vererek, ‘Hıfz et!’ derdi. Ben de, bir sene zarfındaki fazla kalmış paraları amcamın bana olan şefkatine, hem malı istihkar etmesine îtimaden, haberi olmadan tamamen sarf ettim. Sonra bana dedi ki:
“‘Bu para bize helâl değildi, millet malı idi; niçin sarf ettin? Madem ki öyledir, ben de seni vekil harçlıktan azl ile kendimi nasb ettim.’
“Bir müddet aradan geçti... Hakaikten on iki telifatını tab ettirmek kalbine geldi. Maaştan toplanan paraları, o telifatların tabına verdi. Yalnız bir-iki küçüğü müstesna olmak üzere, diğerlerini etrafa meccanen dağıttı. Niçin sattırmadığını suâl ettim. Dedi ki:
“‘Maaştan bana kùt-u layemut caizdir; fazlası millet malıdır. Bu sûretle millete iade ediyorum.’
“Darü’l-Hikmet’teki hizmeti, hep böyle şahsî teşebbüsü ile idi. Çünkü, orada müştereken iş görmek için bazı manîler görüyordu. Onu tanıyanlar biliyorlar ki, Bediüzzaman kefenini boynuna takmış ve ölümünü göze almıştır. Onun içindir ki, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de demir gibi dayandı. Ecnebî tesiratı, Darü’l-Hikmet’i kendine âlet edemedi. Yanlış fetvalara karşı, pervasızca mücadele etti. İslâmiyete muzır bir cereyan ortaya atıldığı vakit, o cereyanı kırmak için eser neşrederdi.”2
BEDİÜZZAMAN’IN HAYATINI YAZDI
Abdurrahman, Bediüzzaman’ın İstanbul hayatının esaret sonrası hadiselerinden İstanbul’un işgal yıllarına, Hutuvat-ı Sitte adlı eserin intişarına, Anglikan Kilisesi’nin mağrur başpiskoposunun suâllerine ve cebbar İngiliz komutanının Bediüzzaman’ı imha çabalarına şahit olmuş ve olayları bizzat yaşamıştır.
Çok gayretli ve çalışkan olan Abdurrahman, İstanbul hayatını amcası gibi hareketli bir şekilde geçirmeye çalışmıştır. Özellikle neşriyat işinde büyük hizmetler vermiş ve Müküslü Hamza Efendi’den sonra Bediüzzaman’ın hayatını anlatan eserini İstanbul Necmi-İstikbal Matbaası’nda bastırmıştır. Bediüzzaman’ın yazılan ikinci tarihçe-i hayatı, onun tarafından 1335 (1919) yılında kaleme alınmıştır. Toplam kırk beş sahifelik bu tarihçede bazı konular birinci Tarihçe-i Hayat’tan aktarılmakla beraber ilâveten Bediüzzaman’ın Cizre ve Mardin hayatından Birinci Dünya Savaşına kadar geçen olaylar, ayrıntılı bir şekilde dile getirilmiştir. Fakat diğer tarihçede olduğu gibi, olaylara tarih düşülmemesi büyük bir eksiklik olarak kabul edilmelidir.
ABDURRAHMAN’IN KÜRDİSTAN GAZETESİNDE YAYINLANAN YAZI VE ŞİİRİ
Abdurrahman’ın kitap neşriyatının yanı sıra tesbit edilebilen bir de Kürdistan Gazetesinin altıncı sayısında “Nursî” adı ile yayınlanan bir yazısı ve şiiri bulunmaktadır.
22 Nisan 1335 (1919) tarihinde yazdığı bu yazı ve şiirinde Abdurrahman Kürtlere seslenmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nda bir taraftan Rusların, öte yandan Ermenilerin zulmüne maruz olan, perişan ve başsız kalan Kürtlere gayretli olmalarını ve ümitsiz olmamalarını ihtar eder.
Yazının birinci kısmı nesir, ikinci kısmı ise şiir olup, her iki kısım için tek bir başlık (Gayretli Olun, Ümitsiz Olmayın) kullanılmıştır. Kürdistan dergisi 1919’da yayımlandığına göre, Abdurrahman bu yazı ve şiirini 16 yaşında iken yazmış olmaktadır. Abdurrahman’ın burada yayımlanan şiiri klâsik şiir tarzında “fa’ilatün fa’ilatün fa’ilatün fa’ilatün” aruz kalıbı ile yazılmıştır. Şiir şekil (aruz, kafiye vs.) ve muhteva yönüyle son derece güçlüdür. Abdurrahman’ın, bu şiirini 16 yaşında iken yazdığı düşünüldüğünde, onun şiir sanatında ne derece güçlü olduğu da ortaya çıkmaktadır. Fakat maalesef biz onun başka şiirlerinin olup olmadığından haberdar değiliz.
Abdurrahman Nursî’nin Kürtçe’den Latince’ye İlkehaber.com tarafından çevrisi yapılan “Gayretli olun, ümitsiz olmayın” başlığı ile yayınlanan yazı ve şiirinin tamamı şöyle:
“Bu umûmî harpta herkesten daha fazla zarar gören bizleriz.
Biz perişan ve sergerdan olduk.
Bizim mal ve mülkümüz elimizden çıktı.
Buna rağmen hiç kimse bize sahip çıkmıyor ve kimse bize merhamet etmiyor.
Madem öyledir, bizim kendi kendimize sahip çıkmamız gerekir ve kendi aramızda birlik olmamız gerekir.
Hiç olmazsa emsallerimizden geri kalmayalım.
Bildiğiniz gibi bugün herkes kendi milleti için çalışıyor. Bizim diğer milletlerden daha fazla çalışmamız ve gayret göstermemiz lâzımdır.
Tâ ki kendimize bir çare ve bir yol bulalım.
Bizden her birimiz kendisini bir diğerinden daha üstün bilmemelidir ve biz tüm Kürtlerin birbirimize bağlı olması lâzımdır.
Tâ ki hiç kimse ve hiçbir hile bizi birbirimizden ayırmasın.
O zaman serfiraz bir şekilde yaşayacağız ve bizim maksûdumuz bihavlillah (Allah’ın yardımıyla) yerine gelecektir.
Ey kardeş bugün bize lâzım olan gayret etmektir.
Aramızdan bir kısım leş ve kötüleri uzaklaştırmalıyız.
Bugün bizim için fırsattır, ümitsiz olmayalım.
Çünkü ümitsizlik tehlikeli düşmandır, hileye gelmeyelim.
Gayret kılıcını kuşanın, her dört taraf gül bahçeleri.
Ağacın olmadığı yerde, bülbül yerinde baykuş.
Siz uyanın ey kardeş, meydan boş kimse yoktur.
Siz hiç gevşemeyin, varsa eğer bizde yiğitlik.
Biz mahvolduk, zelil olduk ve perişanhal olduk.
Kendimize sahip çıkmazsak, her daim bu durumda oluruz.
Bayramdır bugün bize, eğer yolu bilirsek.
Lâzımdır bize birlik, yeryüzünde müttefik.
Tâ ki bu fırsattan istifade edelim.
Milletimizi veya milliyeti uyandıralım.
Bakın siz halka, halk nasıl yapıyor.
Hem millet hem dinleri için çalışıyor.
Kendiniz için bir lider bilin, gidelim hepimiz arkasından.
Tâ ki yolumuzu şaşırmayalım, uykuya dalmayalım.
Bilirsiniz, bu uyku sersemliğinde gafil olursak biz,
Doksan sene sonra, ancak belki uyanırız.”3
Abdurrahman şiirinde ayrıca müsbet milliyetin temin edeceği birlik ve beraberlik ruhunu dile getirerek eğer uyumaya devam edip gafil davranılması hâlinde; ancak doksan sene sonra uyanabileceğimizi ifade eder. Amcası Bediüzzaman da on sene evvel telif ettiği Münâzarât adlı eserinde Meşrûtiyet’in önündeki maniaların temizlenmemesi ve tembellik gösterilmesi halinde Meşrûtiyet’in cemâlinin görülebilmesi için yüz yıl geçmesi gerektiğini dile getirmiştir.
ANKARA’DAKİ YILLAR VE BEDİÜZZAMAN’LA MEKTUPLAŞMASI
Amcası Bediüzzaman ile İstanbul’da yaklaşık beş sene beraber kalan Abdurrahman Nursî 1922 yılının sonlarına doğru yine amcası ile birlikte bulunduğu Ankara’da kalmak ister. Hatta amcasını da burada kalmaya ikna etmeye çalışır; ama Bediüzzaman Ankara ahvâlini beğenmez ve Kur’ân aleyhine çalışan bir cereyanın varlığını hissederek, manevî tahribata mukabil siyasetle değil de manevî hizmetlerden olan iman ve Kur’ân hizmeti, yani manevî mücahede için—1923 yılının Temmuz ayında—Ankara’dan ayrılarak Van’a gider.
Abdurrahman Ankara’ya yerleştikten sonra Meclis’te görevli olarak çalışmaya başlar; fakat amcasından ayrıldıktan sonra bir türlü istediği huzuru ve rahatı bulamaz. Amcasından ayrılığı ona sürekli ıztırap ve sıkıntı vermektedir.
Ankara’da kaldığı sekiz senenin sonunda vefatına yakın amcasına durumunu bir mektubunda şöyle dile getirir:
”Ellerinizden öper, duânızı dilemekteyim. Sıhhat haberinizi, irşad edici olan Onuncu Söz risâlenizle beraber Tahsin Efendi vasıtasıyla aldım; çok teşekkür ederim. Evvelce gerçi emrinize muhalefet ederek muhterem ve değerli amcamdan ayrıldığıma pişman olmuş isem de ve itâbınıza müstehak olmuş isem de, bu da mukadder imiş. Ve Cenâb-ı Hakk’ın emir ve iradesiyle ve belki de bizim için hayırlı olduğu için oldu. Binaenaleyh, ben cehalet sâikasıyla bir kusur yaptım ve belâsını da çektim. Bundan sonra çekmemek için affınızı rica ve duânızı dilerim.
“Aziz mamo (amca)! Şunu da şurada arz edeyim ki: Himaye ve himmetiniz sayesinde, din ve âhiretime dokunacak ef’âl ve harekâttan kendimi muhafaza ettim ve etmekte berdevamım. Gerçi dünyanın değersiz çok musîbetlerini gördüm ve çektim ve birçok da lezâiz ve safâsını gördüm, geçirdim. Hiçbir vakit ve hiçbir zaman unutmadım ki, bunların hepsi hebâ olduğu ve dünyanın Allah için olmayan lezâiz ve safâsı neticesi zillet ve şedid azap olduğu ve dünyada Allah için ve Allah’ın emir buyurduğu yollarda çekilen ve çekilmekte olan mezâhim neticesi, sonu lezzet ve mükâfat verildiğini bildiğim ve iman ettiğimden, fenâ şeylerin irtikâbından kendimi muhafaza edebildim. Bu his ve bu fikir ise, terbiye ve himmetinizle zihnimde ve hayalimde yer yapmıştır. Hakikat böyle olduğunu bildiğim için bütün meşakkatlere şükürle beraber sabretmekteyim.
“Şimdi amcacığım ve büyük üstadım,
“Habîs olan nefsimle mücadele edebilmek ve onun hevâî ve bilâhare elem verici olan arzularını yapmamak ve dinlememek için teehhül etmek mecburiyetinde kaldım ve şimdi artık her cihetle Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve keremiyle rahatım. Kimsenin dediğini, şer ise duymamazlığa gelir ve kimseyle, fenâ hasletleri kapmamak için ihtilât etmemekteyim. Dairede müddet-i mesâiden hariç zamanlarımı kendi evimde Cenâb-ı Hakk’ın şükrüyle geçiriyorum.”4
Bediüzzaman yıllardır “manevî evlâdım” dediği Abdurrahman’dan ayrılıktan sonra aldığı bu mektup karşısında çok hislenir ve bu mektupla ilgili duygularını daha sonra şöyle dile getirir:
“Sonra, birden, birisi bana bir mektup verdi. Mektubu açtım, gördüm ki, Abdurrahman’ın mahiyetini tam gösterir bir tarzda bir mektup ki, o mektubun bir kısmı Yirmi Yedinci Mektub’un fıkraları içinde, üç zâhir kerâmeti gösterir bir tarzda derc edilmiştir. O mektup beni çok ağlattırmış ve el’an da ağlattırıyor. Merhum Abdurrahman, o mektupla, pek ciddî ve samimî bir surette, dünyanın ezvâkından nefret ettiğini ve en büyük maksadı, bana yetişip, küçüklüğünde benim ona baktığım gibi o da ihtiyarlığımda bana hizmet etmekti. Hem, dünyada benim hakikî vazifem olan neşr-i esrar-ı Kur’ânîyede, muktedir kalemiyle bana yardım etmekti. Hattâ mektubunda yazıyordu: ‘Yirmi otuz risaleyi bana gönder; herbirisinden yirmi otuz nüsha yazıp ve yazdıracağım’ diyordu. O mektup, bana, dünyaya karşı kuvvetli bir ümit verdi. Dehâ derecesinde zekâya mâlik ve hakikî evlâdın çok fevkinde bir sadakat ve irtibatla bana hizmet edecek böyle cesur bir talebemi buldum diye, o işkenceli esareti, o kimsesizliği, o gurbeti, o ihtiyarlığı unuttum.
“O mektuptan evvel, iman-ı bi’l-âhirete dair tab ettirdiğim Onuncu Sözün bir nüshası eline geçmişti. Güya o risale ona bir tiryak idi ki, altı yedi sene zarfında aldığı bütün mânevî yaralarını tedavi etti. Gayet kuvvetli ve parlak bir imanla ecelini bekliyor gibi, bana o mektubu yazmış. Bir iki ay sonra Abdurrahman vasıtasıyla yine mes’udâne bir hayat-ı dünyevîye geçirmek tasavvurunda iken, vâhasretâ, birden onun vefat haberini aldım. Bu haber o derece beni sarstı ki, beş senedir daha o tesir altındayım. O vakit bulunduğum işkenceli esaret ve yalnızlık ve gurbet ve ihtiyarlık ve hastalığım, on derece onların fevkinde bana bir firkat, bir rikkat, bir hüzün verdi. Benim merhume validemin vefatıyla hususî dünyamın yarısı, onun vefatıyla vefat etmiş diyordum. Abdurrahman’ın vefatıyla da, bâki kalan öteki yarı dünyam da vefat etti gördüm. Dünyadan bütün bütün alâkam kesildi. Çünkü o dünyada kalsaydı, hem dünyadaki vazife-i uhreviyemin kuvvetli bir medarı ve benden sonra tam yerime geçecek bir hayrülhalef ve hem de bu dünyada en fedakâr bir medar-ı teselli, bir arkadaşım olabilirdi; ve en zeki bir talebem, bir muhatap ve Risale-i Nur eczalarının en emin bir sahibi ve muhafızı olurdu.
“Evet, insaniyet itibarıyla böyle bir zayiat, benim gibi insanlara çok hırkatlidir, yandırıyor. Gerçi zâhiren tahammüle çalışıyordum, fakat ruhumda şiddetli fırtına vardı. Eğer ara sıra Kur’ân’ın nurundan gelen teselli teskin etmeseydi, benim için dayanmak mümkün olamayacaktı. O zaman Barla derelerine, dağlarına yalnız gidip geziyordum. Hâlî yerlerde oturup o teessürât-ı hazîne içinde, eski zamanda Abdurrahman gibi sadık talebelerimle geçirdiğim mes’udâne hayat levhaları sinema gibi hayalimden geçtikçe, ihtiyarlık ve gurbetin verdiği sür’at-i teessür, mukavemetimi kırıyordu.”5
Bediüzzaman’ın tam da kendisine varis olacak manevî bir evlâdı ve yeğeni olan Abdurrahman’ı bulmuşken ve kavuşma ihtimali varken kısa zaman sonra onu kaybetmesi kendisini çok derin ve yakıcı bir hâlete sürükler. Kendi ifadesiyle bu vefat haberi ile öyle sarsılır ki beş sene boyunca o tesiri hisseder.
Abdurrahman’ın Ankara’da kaldığı sekiz senelik hayatı hakkında fazla bir malûmata sahip değiliz. Ulaşabildiğimiz bilgilere göre, Meclis’teki görevinden sonra Sağlık Bakanlığında çalışmaya başladığını, bu arada M. Kemal’in Nimeti adlı halasının kızı Fatime’den olma Hatice—yani halasının torunu—ile evlendiğini ve bu evliliğinden 10.8.1928 tarihinde Vahdeti Suat adında bir çocuğunun olduğunu öğreniyoruz. Vahdeti Suat, emekli olup Ankara’da yaşamaktadır. Vahdeti Suat ressamlıkla uğraşmasının yanı sıra “Pardon” ve “Papagan” gibi değişik mizah dergilerinde de Vahdet Sipahioğlu adıyla karikatürler çizmiş ve 1954 yılında kendisine ait bir karikatür kitabı yayınlanmıştır.
Abdullah Aymaz 5 Ekim 2009 tarihli Zaman gazetesindeki yazısında Vahdeti Suat’tan bahsederek onun Bediüzzaman’la nasıl görüştüğünü, Suad Ünlükul’un İsviçre’de yaşayan kızı Semra Hanıma şöyle anlatır: “Amcanız Nihat Ünlükul, dedeniz Abdülmecid Nursî’den izin almadan Kastamonu’da Bediüzzaman Hazretleri’nin çok ağır hasta olduğu bir zamanda, Ankara’ya gidip Abdurrahman Nursî’nin oğlu Vahdet’i yanına alarak ‘Gel amcanıza gidelim.’ diyerek yanına götürmüş. Bediüzzaman Hazretleri onları görünce, ‘Cenâb-ı Hak, bana, bu dehşetli hastalığımdan sonra, en ziyade alâkadar olduğum iki biraderzâdem, belki eski zamanda Abdülmecid ve Abdurrahman sisteminde bir küçük Abdülmecid ve bir küçük Abdurrahman’ı teselliye vesile kılmak için ihsan etti!’ demiş.”
Vahdeti Suat henüz bebekken kaybettiği babasını tanıyamadığından bir kadirşinaslık ve vefa borcu olarak, babasının adını 1956 doğumlu olan oğlu Abdurrahman Selçuk’ta yaşatmıştır.
Aile 1934 yılında çıkan Soyadı Kanunu’ndan sonra Sipahioğlu soyadını kullanmaya başlamıştır. Böylece Nursî ailesine Okur ve Ünlükul soyadının yanına Sipahioğlu da ilâve edilmiş oluyor. Bilindiği üzere Bediüzzaman’ın resmî kayıtlarda soyadı “Okur” diye geçmektedir. Küçük kardeşi Abdülmecid Nursî’nin soyadı ise Ünlükul’dur. Molla Abdullah Ağabeyinin de soyağacı Sipahioğlu soyadı ile devam etmektedir.
KAYNAKLAR:
1- http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=TarihceiHayat&Page=112
2- http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=TarihceiHayat&Page=109
3- 27 Mart 2012 www.ilkehaber.com
4- http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=BarlaLahikasi&Page=32-33-34
5-http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=Lemalar&Page=243-244)
MEHMET SELİM MARDİN [email protected]