Ülke olarak terörden neler çektiğimizi ve çekmekte olduğumuzu hatırlatmaya bile gerek yok. Hem maddî hem de manevî olarak büyük bir yıkıma maruz kaldık. Binlerce insan bu sebeple ölürken, yüz milyarlarca lira da maddî kayıplarımız oldu. Bu bakımdan terörün sona ermesi aklı başında herkesin arzusu ve talebidir.
Türkiye, uzun yıllar meşgul olduğu ve enerjisini harcadığı terör meselesini halletmek istiyor. İdarecilerimiz, ‘çözüm süreci’ diye isimlendirdikleri bir hareket başlattılar ve bu çerçevede çeşitli faaliyetler yapılıyor. Terör, sadece Türkiye’nin başını ağrıtan bir mesele olmadığı için, dünya örnekleri de önemli. Başka ülkelerin benzer problemleri nasıl çözdüğü de dikkate alınmalı. Elbette hastalıklar aynı olmadığı için tedavi de farklı olacak; ama bu hastalık ve tedavide ortak noktalar da vardır.
Ülkemizdeki terör, vaktinde ve zamanında tedavi edilmediği için çok ilerlemiş bir vak’adır. Kalıcı çaresi de ancak cehalet, fakirlik ve ihtilâfların önlenmesi ile mümkündür. Hadisenin temelindeki bu mesele bilinmeden atılacak ‘çözüm adımları’nın hedefine ulaşması kolay değildir. Yürütülen süreçle ilgili eleştiriler dile getirildiğinde, “Çözüme karşı mısınız? Her gün cenazeler mi gelsin?” denilmekte ve tartışmalara imkân verilmemektedir. İnsaflı hiç kimse cenazelerin gelmesini, gençlerin terör sebebiyle ölmesini istemez. Fakat, bu demek değildir ki çözüm sürecindeki hatalara itiraz edilmesin.
21 Mart, Nevruz günüydü ve çözüm süreciyle ilgili yeni açıklamalar yapıldı. Ancak bu açıklamaların ne kadarının ‘yeni’ olduğu tartışılır. Çünkü açıklamalarda dile getirilen konular, daha önce çeşitli vesilelerle kamu oyu ile paylaşılmıştı. Meselâ, yeni bir kongre yapılması çağrısı...
Bir başka çelişki de, Türkiye’yi idare edenlerin bir kısmının ‘iyi polis’, bir kısmının da ‘kötü polis’ rolü oynamasıdır. Aynı siyasî çizgide hareket edenler, birbirlerini nakzeden açıklamalar yapıyorlar. Birisi “Ne sıkıntın var” derken, bir başkası “Sıkıntıları biz çözeriz” diyor. Neticede çözüm sürecinin hangi yönde ilerlediği noktasında da şüpheler ortaya çıkıyor. “İyi polis, kötü polis” tavrı danışıklı dövüş olsa bile Türkiye’ye zarar veriyor. Mümkün olan adımların atılmasını geciktirdiği gibi, millet nezdinde şüphelerin artmasına da sebep oluyor.
Asıl çözüm süreci, Bediüzzaman’ın formüle ettiği “üç büyük düşman” olan cehalet, fakirlik ve ihtilâfın/ayrılığın bertaraf edilmesi ile mümkün olur. Bu da bir günde değil, belki bin günde mümkün olur. Bu kalıcı çarelere müracaat etmeyip, “Biz bir günde, bir mevsimde netice alacağız” diyenler çözüme kavuşamaz. Cahillik, fakirlik ve ayrılıkları sona erdirmek çok ciddî gayretlerle mümkün olur. Yıllar sonrayı düşünüp bu günden adımlar atılmazsa, görünüşte ulaşılan çözümler de çözüm olmaktan çıkar.
İnsanların tecrübelerinden istifade etmek, açıklık ve şeffaflığın da gereğidir. Önemli adımlar, ancak milletin ekseriyetinin kabulü ile atılabilir. Bu noktada TBMM ve sivil toplum kuruluşlarını da daha fazla işe dahil etmek lâzım. Nasıl ki “toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez”, aynı şekilde çözüm yolunda atılan atımlar da “toplu adımlar” olmak mecburiyetindedir.
Dolayısıyla Nevruz günlerinin yeni başlangıçlara kapı açabilmesi, ancak gönüllerin bir olmasıyla mümkün olur. Yoksa meydanlarda atılan nutuklar çok alkışlansa da ‘çözüm havuzu’na gitmeyen yağmur taneleri hükmünde kalır.
Kalıcı çözümün kalplerin fethinde ve ikna ile mümkün olacağını bir defa daha hatırlayıp, terör belâsından kalıcı olarak kurtulmak için duâ adelim...