Sıla-i rahim niyetiyle bulunduğumuz Rize’den bir vesile ile günübirlik Erzurum ziyareti yapma ihtiyacı hasıl oldu.
Rize, İkizdere, Ovit yolundan dağları aşarak Erzurum’a ulaştık. Bilenler bilir; Ovit Dağı, kış aylarında metrelerce kar yağdığı için geçit vermez. Yolu kapanır ve yolda mahsur kalanlar olur.
Kışın sıkıntılarına karşılık, yaz aylarında Ovit Dağı ve takip eden dağlar gezilip görülmesi gereken mekânlar olarak öne çıkar. Yol boyunca koyun, keçi ve inek sürülerine rastlamak mümkün. Etraf yemyeşil, çiçeklerle donatılmış tefekkür menzilleri gibidir. Son yıllarda, kış şartlarının engellerini aşmak için dağlar tünellerle geçilmeye çalışılıyor. Tüneller bittiğinde belki tefekkür menzillerinden uzak kalınacak, ama hem yol kısalacak, hem de zahmeti azalacak.
Pek çok Anadolu şehri gibi Erzurum’da İstanbul ve benzeri büyük şehirlerle kıyaslamayacak kadar sakin. Denizden yüksek olması bakımından (Rakım: 1890) Erzurum’a ‘yayla’ demek her halde abartılı olmaz. Rutubet olmaması sebebiyle de bunaltıcı bir sıcak yok.
Erzurum, çok sayıda tarihî eserin bulunduğu güzel bir Anadolu şehrimiz. Ancak bu eserlerin kıymetini bildiğimiz söylenemez. Bu defa, restorasyon çalışmaları devam eden “Çifte Minareli Medrese”yi ziyaret etmek imkânı bulamadık. Hemen yanındaki Ulu Cami ya da diğer adıyla Atabey Camii ise ziyaretçilerin akınına uğruyor. Caminin hikâyesini, mihmandarından tekraren dindedik. Dışarıda 30 derece sıcaklık varken, Ulu Caminin içi hiçbir klima olmadan ‘soğuk’ denecek kadar serindi. Caminin kıble tarafındaki iki küçük penceresinden biri öğle, diğeri de ikindi namazının vakitlerini haber verecek şekilde planlanmış. Caminin içindeki sütunlar ise binayı depreme karşı koruyacak şekilde tek çizgi üstünde değil, kaydırmalı şekilde tesbit edilmiş. Kubbesi ayrı güzel, ses düzeni/akustiği ayrı dikkat çekici. Ecdadımız bütün bu güzellikleri yapmış, bize miras bırakmış; ama biz bunları ziyaretçilere anlatacak güzel bir ‘levha’ bile yazamamışız. Evet, caminin girişinde bir levha var, fakat tarihî eseri hakkıyla anlatmaktan uzak. Öyle ki, ‘levha’nın altına atılan ‘imza’ bile okunmuyor, bazı harfler düşmüş. Peki, böyle mi olmalı? Bu tablo karşısında “Ecdadımız bu eserleri yapmış, biz ise tanıtımını bile yapamıyoruz” denilse yanlış mı olur?
Ziyaret yerlerimizden biri de, şehri kuş bakışı gören Abdurrahman Gazi Türbesiydi. Peygamber Efendimizin (asm) ashabından olduğu ifade edilen Abdurrahman Gazi Hazretlerinin Türbesi, bir bakıma İstanbul’un Eyüp Sultan’ı gibi ziyaretgâh olmuş. Günün her saatinde ziyaretçiler var. Ziyaretimiz esnasında türbenin yayında aynı ismi taşıyan camide öğle namazını kılmak nasip oldu.
Dönüş yolunda Erzurum’un İspir ilçesine uğradık. İspir, Erzurum’a bağlı, ama Rize’ye daha yakın bir ilçe. İspirliler, geçmiş yıllarda Rize’nin köylerine kadar gelir, eşya satmaya çalışırdı. İspir, aynı zamanda kurufasulyesi ile meşhurdur. Küçük, ama hakikaten güzel bir ilçe.
Pek çok yerde olduğu gibi bu ilçemizde de ecdaddan yadigâr kalan çok güzel bir tarihi eser, cami var. Camideki levhaya göre Tuğrulşah Camii, Konya Selçuklularının zamanında 1215’de inşa edilmiş. Asıl acı olan ise şu bilgi: Caminin inşa kitabesi, 1965 yılındaki onarım/restorasyon sırasında kaybolmuş! Böyle bir şey olabilir mi? Tamir esnasında kitabenin kaybolması kabul edilebilir mi? Haydi böyle oldu, bu bilgi yeni ‘kitabe’ye yazılıp insanlarla ‘alay’ edilir mi?
Hiç değilse yapılanları koruyalım.